31 Ocak 2009 Cumartesi

Türkiye, Osmanlı olduğunu hatırlıyor

Türkiye, Osmanlı olduğunu hatırlıyor
Hadi hadi, dürüst olun, açık konuşun: Başbakan, açık oturumun yöneticisi David Ignatius'a da, Şimon Peres'e de "bozuğunu atıp" toplantıyı terkedince içinizden "ulan helal olsun" demediniz mi?
Peki, gecenin köründe onu karşılamak üzere Yeşilköy'e koşan binlerce kişiyi görünce aklınızdan "hop ninnayı ninnayı, Kılıçdaroğlu aldı havayı" şeklinde bir türkü de mi geçmedi?
Hatta "AKP'ye oy vermeyecektim ama şimdi vereceğim" diye düşünenler de mi çıkmadı aranızdan?
Yalan söylüyorsunuz.
Bu yalan, George Bush'a ayakkabı fırlatan Arap gazeteciyi alkışlayıp şimdi de "Erdoğan yanlış yaptı" edebiyatına yatanların ikiyüzlü çıkarcılığını andırıyor...
Aydın Doğan'a daha iyi uşaklık edebilme kuyruğuna girenlerinki kadar zavallı bir tutum bu.
Türk, efelenmeyi sever. Efelenen başbakan da hoşuna gider.
Daha önce "masaya yumruğunu vurdu kalktı" balonlarını çok dinlemiş ama ilk kez gerçekten kalkıp giden bir başbakan görmüştür canlı yayında canlı canlı.
Çünkü Türk, büyük bir imparatorluk kurmuş ve altı yüz yıl da yönetmiştir.
En "ulusalcı" geçinenlerin bile aklına hemen yeni bir imparatorluk gelmesi, heveslerinin hemen bir Turan İmparatorluğu'na yönelmesi de bundandır. Aşağısı kurtarmaz!
"Misak-ı milli sınırları", herkesin bilinçaltında "geçici bir süre katlanılmak zorunda kalınan bir emrivakidir" bu ülkede...
Çünkü biz İsrail'e de, Irak'a da, Suriye'ye de, Mısır'a da, Lübnan'a da, Arabistan'a da, hatta Yunanistan'a da, Bulgaristan'a da, Kosova'ya da, Bosna'ya da "eski vilayetimiz" gözüyle bakarız... Çünkü öyledir!
İşte bunun için, bilinçaltımızda Kuzey Kıbrıs da "üç yüz yıl süren toprak kaybı sürecinden sonra hiç olmazsa azıcığını geri alabildiğimiz bir parçadır"...
İşte bu nedenle Kıbrıs'tan çekilmek istemeyiz, çünkü bize "vermek" gibi görünür.
İşte bu nedenle "İsrail'e ayar veren" bir başbakan da kahraman gibi karşılanır!
Arap dünyasının takdirleri de gururumuzu fena halde okşayacaktır... Çünkü herkes temelde Osmanlı olduğunu hatırlamaktadır! Biz de, onlar da...
İsrail ile ilişkilerimizin bozulması ya da bozulmaması da, "monşer kılıklı" üç beş emekli memurdan ve onların kafasında giden üç beş karta kaçmış gazeteci eskisinden başka kimsenin umurunda olmayacaktır kamuoyunda...
"İstanbul'u başkent yapmak istiyorlar" diye atıp tutanlar gizlice "ulan fena da olmaz ha" diyeceklerdir kendi kendilerine...
Biz istesek de istemesek de "Kasımpaşalı" gene kazanacaktır. Kılıçdaroğlu'na oy toplamak için takla atanlardan başkası da yırtık pabuçla çamurda gezmek gibi ucuz "popülizm" numaralarını yemeyecektir.
Çünkü burası İstanbul'dur, bozkır değildir. Burada bin çeşit kertenkele vardır ama hiçbirinin ruhu kalorifer dumanı kokmaz.
Engin ARDIÇ-Sabah

30 Ocak 2009 Cuma

28 SUBAT SURECİ BİTTİ


laikçileri ve ergeneakon avukatlarını kızdıracak bir açıklama bakalım görelim daha neler oalcak

28 ŞUBAT SÜRECİ BİTTİ
TBMM eski Başkanı Bülent Arınç, '28 Şubat 1000 yıl sürer" diyen Genelkurmay eski Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu ile ilgili çarpıcı açıklamalar yaptı: "28 Şubat süreci siyaseten bitti. Bin yıl devam eder diyenler de bitti.' ..
TBMM eski Başkanı, AK Parti Manisa milletvekili Bülent Arınç, son günlere damgasını vuran Ergenekon soruşturması, yerel seçimler ve tarihe postmodern darbe olarak geçen 28 Şubat sürecine ilişkin çarpıcı açıklamalarda bulundu. Gazeteci Ömer Şahin'in hazırlayıp sunduğu Kanala TV'deki Görüş Farkı' programda konuşan Arınç, Ergenekon operasyonununda da adı sıkça geçen ve '28 Şubat bin yıl sürer diyen' emekli Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu'na yüklendi. 28 Şubat sürecinin bittiğini belirten Arınç, "28 Şubat bin yıl sürer diyenler de bitti" dedi.
Arınç, halen cezaevinde olan emekli Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur'un talimatı ile 2003 yılında annesinin evinin "irtica" gerekçesiyle aranmak istenmesine ilişkin de ilk kez konuştu. Arınç, "Eruygur hasta. İyileşsin konuşacağım" derken ev aramasını yaptıracak olan Erdal Sarızeybek'i "Efsane Albay diye şişirilen kişi" diye niteledi. Arınç, CHP'nin İstanbul adayı Kemal Kılıçdaroğlu'nu da polisiye romanların hayali dedektifi Sherlock Holmes'a benzetti.
Ergenekon'dan halen tutuklu olan eski Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur'un görev
başında olduğu dönemde TBMM Başkanı olan Bülent Arınç'ın Manisa'da annesine ait olan evi aranmak istenmişti. 2003 yılında "irticai" gerekçe ile teşebbüs edilen ancak gerçekleşmeyen arama olayını o dönem Manisa'da Jandarma Komutanı olan Erdal Sarızeybek, "Ya Gazi Paşa Duyarsa" isimli kitabında yazmış, Arınç da olayı doğrulamıştı. Bülent Arınç, bu konudaki suskunluğunu "Görüş Farkı" programında bozdu. Ömer Şahin'in bu konudaki sorusuna cevap veren Arınç, "Sayın Eruygur'un rahatsız olduğunu, tedavi gördüğünü biliyorum. İyileşsin o zaman konuşurum. Ancak Show TV'nin efsane albay diye şişirdiği bir insan var (Erdal Sarızeybek). Eruygur'un talimatı ile yaptı. Onun da kafasında öbür tarafa yaranmak, general olmak vardı. Kayseri'de Abdullah Bey'le, Manisa'da benle, başka yerlerde de bir başkası için sürekli istihbarat toplanıyor, incelemeler yapılıyordu. Daha fazlasını söyleyemem. İyileşsin ondan sonra söyleyeyim." Arınç, Şahin'in, "Peki, Eruygur ve Tolon'un tutuklanmasına üzüldünüz mü?" sorusuna ise "Duygularımı ekran önünde söyleyemem. Keşke söyleyebilseydim. Hepsini tanıyorum çünkü?." şeklinde imalı bir cevap verdi.
TBMM eski Başkanı Bülent Arınç, Ergenekon operasyonunun 28 Şubat'ın rövanşı olarak görülmesinin çok saçma bir düşünce olduğunu savunurken "28 Şubat 1000 yıl sürer" diyen Genelkurmay eski Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu ile ilgili çarpıcı açıklamalar yaptı: "28 Şubat süreci siyaseten bitti. Bin yıl devam eder diyenler de bitti. Şu anda Encümen-i Daniş üyesi sıfatı ile gelip Genelkurmay Başkanı'nı ziyaret etmek marifet değil. Bunun siyasi etkisi de olmaz, kimsede heyecan da uyandırmaz. Bundan heyecan duyan medyaya da herhalde gülüyorlardır."
TANK'A BALANS AYARI YAPANLAR NERDE? BEN NERDEYİM?
28 Şubat'ı yapan kadrolar ile o dönem mağdur olan siyasilerin 10 yıl sonra hangi noktalara geldiğini soran Bülent Arınç sözlerini şöyle sürdürdü: "28 Şubat ne amaçla, kime karşı yapıldı. Balans ayarını tankla yapmaya kalkanlar nerde şimdi? Balans ayarı sandık, seçimle oldu. Ezilen, horlanan insanlar siyaseten güçlü hale geldiler. Bir kısmı yönetimdeler. Ben o zaman RP'li idim. 28 Şubat Bana karşı yapıldı. Yargıtay Savcısı habis ur diyerek dava açtı. Şimdi bu şahsın yüzüne bakan var mı? Var, birkaç kişi bir araya gelince birbirinin yüzüne bakıyorlar. Ama biz varız. 5 yıl Meclis başkanlığı, Cumhurbaşkanı vekilliği yaptım. Biz fikirlerden dolayı bize karşı yapılan hareket geldi geçti, çok şükür biz bugün ülke yönetiminde varız, başkalarından daha iyi yönetip, Türkiye'yi ileriye götürüyoruz."
BAHÇELİ'YE ÖVGÜ, BAYKAL'A ELEŞTİRİ
Bülent Arınç, Ergenekon operasyonu konusunda MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin tutumunu överken, CHP lideri Deniz Baykal'ı ağır bir dille eleştirdi: "Bahçeli, cepheden karşı çıkmıyor. Hukuk sürecine özen istiyor" diyen Arınç'ın Baykal'la ilgili sözleri ise şöyle:
"Avukatlığa soyunmuş olması, bunu her yerde ifade ediyor olması bir siyasetçi için talihsizlik. Bunların sosyal demokrat parti lideri tarafından yapılmasını bazı CHP'lilerde endişeyle karşılıyor. Sayın Baykal, en azından merhum Ecevit'in bu konudaki çabalarını dikkate almalıydı. Türkiye, faili meçhulleri, siyasi suikastleri yaşadı. Darbeler, muhtıralar gördü. Bundan sevinç mi duyuyordu ki, bu çabalardan endişe duysun."
KILIÇDAROĞLU'NUN PSİKOLOJİSİ BOZULDU, KENDİNİ SHERLOCK HOLMES ZANNEDİYOR
Başbakan R.Tayyip Erdoğan ile CHP'nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu arasındaki polemiğe TBMM eski Başkanı Bülent Arınç da katıldı. Başarılı bir milletvekili olduğunu söylediği Kılıçdaroğlu'nun sürekli elinde kağıt sallayarak yolsuzluk suçlamaları yaptığını, insanları karaladığını vurgulayan Arınç, "Elinde bilgi, belge varsa bunu sallamayacak, yargıya vereceksiniz. İnsan utanır. Birisine hırsız demek suçtur. Savcı edası ile bir ile belediye başkanı olunmaz. Kılıçdaroğlu'nun psikolojisi bozulmuş. Kendini çok kaptırmış. Artık evinde de eşine çocuğuna karşı bu hale gelmiştir. Medyanın pohpohlaması ile kendisini Sherlock Holmes zannediyor. Eşine bile soracak, "bu yemeği yaparken niye ocağı yaktın? Bu saate kadar nerdeydin?" Herkesi hırsızlıkla suçlamak kötü psikolojik rahatsızlıktır. Kendisinde ayan beyan ortaya çıkmıştır. Başarılı olacağına inanmıyorum. Suçlayıcı olarak masumlara leke atmanın, kara çalmanın bugün prim yapsa bile yarın ne kendisine, ne ülkeye faydası olur." eleştirisinde bulundu.
MESUT YILMAZ MASUM DEĞİL, MİLLETTEN ÖZÜR DİLESİN
Mesut Yılmaz'ın Başbakanlık, Dışişleri Bakanlığı gibi üst düzey görevler yaptığın hatırlatan Bülent Arınç, sorumluluk mevkiinde bulunan bir insan olarak geçmişte yaşananlarda pay sahibi olduğunu söyledi. Arınç, "Rahmetli Özal'a kongre sırasında suikast teşebbüsünü gören gözlerin bunun arka planını, daha sonrasının da geleceğini düşünerek çok iyi çalışmalar yapması gerekirdi. 28 Şubat'ta yaptıklarını bu açıdan yapsaydı netice alırdı. Yani çok masum olduğunu söyleyemem. Söylediği engeller her dönemdeki iktidarın önüne çıkmıştır. Güçlü siyasi irade şimdi olduğu gibi engelleri aşar. İnşallah geçmiş dönemlerde kendi sebep oldukları olumsuzlukları Türk milleti önünde özür dileyecek duruma gelmesini arzu ederim. Mesut Yılmaz özür dilemeli. Siyaset sorumluluk işidir. Geçmişte olan hadiselerde var olacağım, bu hadiselerde katkım olmadığını söyleyeceğim bu inandırıcı olmaz. Mesut Yılmaz'ın o zaman olup bitenlerden üzüldüğünü de pek görmedik. Ama biz gücümüz varken yapamadıklarımızın hicabını duyduk, ızdırabını yaşadık."
REFAHYOL KEŞKE SUSURLUK'TAN YIKILSAYDI
Bülent Arınç, RP'de olduğu dönümde Erbakan Hoca'nın Susurluk olayıyla ilgili söylediği "faso,fiso", "glu, glu dansı" sözlerine de özeleştiride bulundu. Dönemin Başbakanı Erbakan'ın DYP
ile koalisyonu yıkmamak adına böyle bir tavır sergilediğini ifade eden Arınç, "Susurluk ciddiye alınmamakla yanlışlık yapıldı. Başka sebeple yıkılan hükümet keşke Susurluk'tan dolayı bitseydi. 28 Şubat'ın içinde bir tane RP'li, anası-babası ve yedi ceddi RP'li olan yoktu. Ama ortağımızın büyük kısmı bunun içinde idi."
ERGENEKON'UN ADI GÜZEL DEĞİL
Bazı çevrelerin "Ergenekon" ismine yaptığı itiraza Bülent Arınç'dan da dolaylı destek geldi. Ergenekon'un Türk tarihindeki yerine işaret eden Arınç, "Örgütün adını biz koymadık. Güzel de bir isim değil. Türk mitolojisinde, tarihinde önemli yer işgal etmiş bir kavramı suç, terör örgütüne vermek doğru değil. Ama örgüt adını kendisi koymuş." dedi.
GÖKÇEK BAŞARILI VE KAZANACAK
AK Parti'nin yerel seçimlerde başarılı olacağını, Ankara ve İstanbul'u kesinlikle kazanacaklarını savunan Bülent Arınç, "Melih Gökçek, başarılı bir belediye başkanı. Belediye Başkanı olarak Türkiye'de ilk 3-5 isimden birisidir. Tekrar kazanacağına inanıyorum. İzmir'de Taha Bey çok iyi bir tercih. Burada ise kazanmaya yakın olduğumuzu düşünüyorum." yorumunda bulundu.
Zaman

29 Ocak 2009 Perşembe

İSRAİLE TOKAT GİBİ CEVAP

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Davos'ta Dünya Ekonomik Forumu kapsamında gerçekleştirilen ''Gazze Orta Doğu'da Barış Modeli'' oturumunda, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'in eleştirilerini yanıtlarken panel yöneticisinin sürenin bittiğini gerekçe göstererek konuşmasını kesmesi üzerine bundan sonra Davos toplantılarına katılmayacağını açıklayarak salondan ayrıldı.
Davos'ta Dünya Ekonomik Formu'na katılan Başbakan Erdoğan, İsrail Cumhurbaşkanı Peres'i, Filistin'e orantısız güç kullanmakla suçladı, Peres yüksek sesle, Erdoğan'a haklı olduklarını iddiasını dile getirdi.
İŞTE ERDOĞAN'IN KONUŞMASI
Dünya Ekonomik Forumu kapsamında düzenlenen ''Gazze Orta Doğu'da Barış Modeli'' oturumuna katılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ''İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'in 25 dakika, kendisinin ise 12 dakika konuşturulduğunu'' belirterek, ''Bu kadar önemli bir konuyu görüşeceğimiz bir yerde kalkıp da bunu yarım saat, 35 dakikaya sıkıştıramazsınız. Bundan sonra da Davos'a katılmam'' dedi.
Erdoğan, Davos'ta Dünya Ekonomik Forumu kapsamında gerçekleştirilen ''Gazze Orta Doğu'da Barış Modeli'' oturumunda, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'in eleştirilerini yanıtlarken panel yöneticisinin sürenin bittiğini gerekçe göstererek konuşmasını kesmesi üzerine, ''Davos'a bir daha katılmam'' diyerek salondan ayrıldı.
Başbakan Erdoğan, çıkışta gazetecilerin soruları üzerine şunları söyledi:
''Burada herkese aynı dakikayı verirler ona saygıyı duyarım, ama herkese aynı dakikayı vermedikleri zaman ona saygı duymam. Nitekim burada aynı dakikayı vermemişlerdir. Gördüğünüz gibi Şimon Peres'i 25 dakika konuşturmuşlardır, 12 dakika bizi konuşturmuşlardır. Bundan sonra da söz kesmek üzerine bina edilmiş bir anlayış. Bu kadar önemli bir konuyu görüşeceğimiz bir yerde kalkıp da bunu yarım saat, 35 dakikaya sıkıştıramazsınız. Bundan sonra da Davos'a katılmam.''
Bir gazetecinin İsrail Cumhurbaşkanı Peres'in ''bağırarak konuştuğunu'' söylemesi üzerine Erdoğan, ''O da suçluluk psikolojisinin bir gereği. Suçlu olan bağırır. Suçun yoksa niçin bağırıyorsun'' değerlendirmesinde bulundu.

28 Ocak 2009 Çarşamba

BRE SALAK!

Uğur Mumcu'yu, Atatürkçülük maskesini senin gibilere pek güzel yutturanlar öldürdüler, bre salak! - Engin Ardıç'ın yazısı...
Solcu olunca salak da olmak şart mıdır?
Bundan on dört yıl kadar önce, o sıralar yorumculuk yaptığım televizyon kanalındaki haberci arkadaşlar, Uğur Mumcu'nun katilini ortaya çıkardılar! Arabaya bombayı koyan herifi...
Pardon, "iddia olunan" diyecekmişiz bundan böyle... "Sözde Ermeni kırımı" gibi bir şey...
"Sözde katile" yakalanırsa deli numarası yapması öğretilmişti, o da öyle yaptı.
O zamanın başsavcısı, adamı içeri almadı, hayır, tuttu bizim arkadaşları içeri aldı.
Emekli olunca da gitti, bizi hiç şaşırtmayan bir şey yaptı, MHP'ye üye oldu. Fakat oraya da nizam ve intizam vermeye kalkınca, fazla barınamadı partide...
Konu da kapandı. "Sözde katile" ne oldu, öğrenemedik. Umarım geçici bir süre içeri alınan arkadaşlar o günleri anlatırlar da hem biz ayrıntıları hatırlarız, hem de halk öğrenir.
Uğur Mumcu, ölümünün on altıncı yıldönümünde törenlerle anılıyor.
On altı yıldır birçok ahmak da Uğur Mumcu'nun "Atatürkçü olduğu için öldürüldüğünü" sanıyor!
Çünkü katilleri, cinayetin toplumda böyle algılanmasını istemişlerdi... Yazıya oturunca papağan gibi "Emeç, Üçok, Cömert, Hablemitoğlu, Kışlalı, Mumcu" isimlerini ardarda sıralamayı marifet sanan birçok basın ahmağı da buna farkında olmadan pek güzel çanak tuttu...
Uğur Mumcu, "kontrgerillayı deşifre etmeye çok yaklaştığı" için öldürüldü. Özellikle örgütün uyuşturucu ve silah trafiği üzerinde duruyor, mafya bağlantılarını inceliyordu. 12 Eylül ortamını yaratmak için kurulmuş tezgâhlarda örgütün "öncü parmağını" ortaya çıkarmak üzereydi.
Yani bugünkü "Ergenekon var mı yok mu" tartışmasını daha o zamanlar "aşmıştı", bu da onun sonunu getirdi, alçakça katledildi.
Pardon yahu, "iddia olunan Ergenekon örgütü" diyecektik.
Törenlerle anılıyor. "Atam, izindeyiz" muhabbeti gibi "Mumcu, izindeyiz" nutukları atılıyor.
Sonra da dönüp Ergenekon soruşturması sulandırılmaya, saptırılmaya, küçümsenmeye çalışılıyor.
Hükümete duydukları nefret gözlerini öyle bir karartmış ki, utanç verici saçmalıklar ve aymazlıklar sergiliyorlar.
Patronları ve yöneticileri tarafından hangi çıkar kavgasında kullanıldıklarını da ya görmezden geliyorlar ya da göremeyecek kadar zavallı bunlar.
Atıp tutuyorlar: Yiğidim aslanım, sana söz veriyoruz, yemin ediyoruz, gerekirse gittiğin yolda biz de öleceğiz ama dönmeyeceğiz!
Sonra da hükümete, savcılara, polislere "giydirmece" ... Atatürkçüler baskı altındaymış.
Uğur Mumcu'yu, Atatürkçülük maskesini senin gibilere pek güzel yutturanlar öldürdüler, bre salak!
Pardon, "öyle olduğu iddia olunuyor" diyelim de başımıza dert almayalım.
Faşistlerle ittifak yapmanın ayıbı da solcu bozuntularına yetsin.


Engin Ardıç - Sabah

27 Ocak 2009 Salı

Tiyatrocu ve dizi oyuncusu Atilla Olgaç'ın ifşaatı, acaba geçenlerde intihar eden eski Diyarbakır JİTEM Grup Komutanı, emekli albay Abdülkerim Kırca'nın durumuna bir açıklık getirebilir mi?
Olgaç'tan başlayalım. Kurtlar Vadisi dizisinin oyuncusu, 35 yıl önce, Kıbrıs Harekâtı sırasında olanları şöyle anlatıyor: "Komutana, 'Yapamam, adam öldüremem, ben sanatçıyım' dedim. 'Burada sanat bitti. Burası gerçek hayat, savaş. Emir verdim mi öldüreceksin' dedi. İlk öldürdüğüm çocuk 19 yaşında, esir düşmüş bir askerdi. Silahı yüzüne doğrulttuğumda yüzüme tükürdü . Alnından vurdum, öldü." Daha sonra 9 kişiyi daha öldürdüğünü söyleyen Olgaç şöyle devam ediyor: "Öldürdükten sonra gidip karargâhta ağlıyor, ertesi gün yine öldürüyordum. Rüyamdan çıkmıyor . Uzun süre psikolojik tedavi gördüm. Bu yüzden hâlâ et yiyemiyorum . Kan göremiyorum. Aklıma öldürdüğüm çocuklar, kokmuş cesetler geliyor." (Olgaç bu sözleri dün reddetti. Yerseniz!)
Normal insan işte böyledir. Öldürmek, ölümü izlemek, kan çıkarmak ve akan kana bakmak kolay bir iş değildir.Bu gerilime dayanmak, stresi azaltmak için başvurulan yollardan biri de itiraf ve ifşaattır. Yapan söylemek ister.Bizde, asker millet mitolojisine uygun olarak savaşçıların gerçek halleri gizlenmeye çalışılır.Ancak gerçek değişmez: Ölülerin görüntüleri birçok askerin rüyasına girer, ruhsal yapısını bozar.Biliyoruz: 25'inci yılına girdiğimiz iç savaşta birçok görevli Güneydoğu Sendromu'na yakalandı. Orada yaşadığı travmayı atlatamadı. Mesele uzaktaki bir PKK militanını çatışmada öldürmek değildi. O, işin nispeten kolay yanıydı.Ancak bir de, bilhassa 1990'larda, yani özel harbin Susurluk aşamasında, gariban vatandaşları, suçsuz köylüleri dizüstü çöktürüp başlarına kurşun sıkanlar vardı.Psikopat görevliler o günleri çoktan unutmuş ya da böbürlenerek anlatıyor olabilir.Peki ya, emirle ya da o sırada inandığı için bunu yapanlar? Ama sonra pişman olanlar? Kâbuslarla uyananlar?
Bir çatışmada yaralanıp felç olan Albay Kırca acaba bu durumu ruh dünyasında nasıl yaşıyordu? Elbette büyüklerine, Vatan sağ olsun diyordu. Ona şüphe yok. Ama içinden neler geçiyordu? Fotoğrafı medyada yer aldı: Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, 2004'te Kırca'ya, Devlet Övünç Madalyası takmakta. Emekli ve felçli askerin tam o sırada mutlu göründüğünü söylemek pek mümkün değil.Abdülkerim Kırca acaba niye intihar etti? Suçu medyaya yüklemeye çalışıyorlar ama gerçeğin bu olmadığını biliyoruz.Kırca'nın vukuatı ilk kez yayınlansaydı; belki... Ama yıllardır yazılıyor, söyleniyor. Peki, mesela üç yıl öncesiyle bugün arasında nasıl bir fark var? Ergenekon soruşturması mı? Yaptıklarının ortaya çıkma olasılığı mı? Acaba " Ya madalyamı geri alırlarsa " diye düşündü mü? Faili meçhullerin, birer zombi gibi, taşsız ve yazısız mezarlarından kalkıp üstüne üstüne geldiği karabasanlar görmemek için sabahlara kadar televizyon mu izledi? Burnunun ucunu yalayıp duran kan kokusundan kurtulmak için viks kullandı mı? Keşke yaşasaydı da Kırca'nın hem iç, hem de dış gerçeğini öğrenebilseydik.
EMRE AKÖZ - SABAH

26 Ocak 2009 Pazartesi

YENİ DALGA

Yeni dalga
Yeni bir gözaltı dalgasının olacağını tahmin etmiyordum. Ancak beklentimin aksi oldu. Önce yeni bir dalgayı tanımlamamız gerekir. Soruşturma sürecinde geçmişte gözaltına alınanlarla aynı kategoride olan ve sorgulamalarla ortaya çıkan kişilerin gözaltına alınması yeni bir dalga değildir. Bu nedenle gözaltına alınanların sadece bir bölümü yeni dalga sayılır. Yani ART televizyonuyla ve Metal İş sendikasıyla bağlantılı olarak gözaltına alınanlar yeni bir dalgadır.
Soruşturmanın TSK içine yayılmasının ya da siyasi bir nitelik kazanmasının bir tırmanma olacağını ve bunun hem soruşturmayı hem de istikrarı olumsuz etkileyeceğini düşünüyordum.
Ancak hukuki bir süreçte bu gibi endişelere yer olmadığını, sonuç ne olursa olsun kanunun emrettiğinin yapılacağını gözardı ediyordum. Ayrıca topluma egemen kılınan düşüncenin de hukukun üstünlüğü olduğunu ve onun nihai belirleyici sayılması gerektiğini hesaplamamıştım.
Topluma zaman içinde farklı kutsallar empoze edilir. Bazen güvenlik ön plana çıkarılır ve Ordunun her yaptığı doğru kabul edilir. Bazen de egemenliğin kayıtsız şartsız millette olduğu ve nihai kararı milletin temsilcilerinin vereceği söylenir. Günümüzde hukuk bu hiyerarşinin en üst noktasına taşındı ve hukuk kutsallaştırıldı. Bu durumda hukuk neyi emrediyorsa o yapılmalıydı ve ortaya çıkacak sonuçlar herkesin katlanması gereken maliyetlerdi.
Burada bir ikilemle karşı karşıyayız, Devlet kural demektir ve buna uyulması zorunludur ama ortaya çıkan sonuçlar ciddi sorunlar doğurabilir. Bu sonuçlara katlanmak istemeyenler ‘Mesele vatansa gerisi teferruattır’ demiş ve hiçbir kurala uymak zorunda olmadıklarını düşünmüşlerdir. Geçmişte yaşadığımız kanunsuzluklar bir devletin savunamayacağı boyuttadır. Bunlarla aynı yerde olamazdım ve kanunlara uygun olarak yapılan eylemlere karşı çıkamazdım. Bu nedenle yeni dalgayı, yaratabileceği tüm olumsuzluklara rağmen, kabul etmek zorundaydım. Ancak doğacak sonuçları söylemek alınan kararlara karşı çıkmak değildir ve nelerle karşılaşacağımızın analizidir.
Yeni dalga, düşündüğüm gibi, siyasi bir tavır olarak algılandı ve CHP ile DSP tepki gösterdi Türk-İş ve bazı sendikalar benzer bir tavır sergiledi.
Bugüne kadar büyük çoğunluk tarafından desteklenen, desteklemeyenlerin de sessiz kalmayı tercih ettiği soruşturma sürecine itirazlar arttı. Bazı medya organlarının destekleyici tavrı aşırı ve taraflı olarak nitelenmeye başladı. Tutarsız davranışlar sergileyen Tuncay Güney’in süreçte oynadığı rol ve televizyondaki sözleri tartışma yarattı.
Olanlardan bir ders çıkarılabilir. Bir kişiyi suçlarken bile tarafsız bir tavır sergilemek, suçlamaları sınırlı tutmak ve onun haklarına da saygı gösterildiği intibaının yaratılması son derece önemlidir. Yani yargılayanlar yargılananlara ‘Sana düşman değilim hatta kişi olarak seni sevdiğim bile söylenebilir. Senin hakkındaki kararı ben değil kanunlar veriyor’ demiş gibi olmalılar.
Olumsuzluklarında bile güzellik olan devletler büyüktür. İnsanlar görevlerini yaparken devletlerini de tarif ettiklerini gözardı etmemelidir.
STAR

25 Ocak 2009 Pazar

İTİRAFCI GEYİGİ

İtirafçı geyiği
Bir PKK itirafçısı, "şaibeli" bir emekli albayı suçladı, adam da intihar etti. Eski PKK üyesinin de albayın da adını ha deyince hatırlayamadım, kalkıp gazeteye de bakmadım, yok, üşendiğimden değil... Çünkü önemli olan isimler değil, Ahmet olur Mehmet olur. Önemli olan, konumlar.
Cenazeye de ordunun üst kademesi "tam kadro" katıldı.
Bütün bunlar, medyadaki gizli ya da açık Ergenekon "sempatizanları" tarafından "zinde kuvvetlerin şanlı tepkisi" falan havasında verildi... Ordu -hele şükür!- ağırlığını koymuştu.
Suçlu olarak da "yandaş medya" gösterildi tabii, hükümeti tutan bir gazete "itirafçının iftiralarını" yayınlamış da rahmetli de bütün bunları onuruna yedirememiş...
Hatta bu gazeteye "şerefsiz basın" diyecek kadar da ileri gidildi.
İleri gidenler kimlerdi? "Hükümetten kuyruk acısı" olanlar. Hükümetin yeminli düşmanları.
Belki doğrudur. Rahmetliye yöneltilen suçlamalar yıllardır "CHP medyasında" da çarşaf çarşaf yer almış olsa bile, belki bu sonuncusu rahmetlinin bardağını taşıran son damla olmuştur. (O zaman şu "şeref" meselesi de tartışmaya açık hale gelir ve bundan kimin zararlı çıkacağı da belli olmaz ha!)
Belki bunalıma yeni girmiştir, belki eskiden beri bunalımdaydı, belki sakat sakat tutuklanmaktan ve eziyet çekmekten kaçındı (tekerlekli iskemlede yaşıyordu), belki yolun sonunda olduğunu anladı...
Çünkü suçlamalar "müebbetlik" suçlamalardı, eskiden olsa "idamlık".
İş "yeni bir Mustafa Muğlalı olayına" doğru gidiyordu ne yazık ki...
Her neyse, ona Tanrı'dan rahmet, kederli ailesine başsağlığı... Elbette.
De, benim kafama takılan şu:
"İtirafçılık" denilen "müesseseyi" bu ülkeye babam mı getirdi kurdu?
Pişman olanın cezasını hafifleten, onu özel korumaya alan, yeni kimlik veren, hatta suratının orasını burasını bile estetik ameliyatla değiştiren siz değil misiniz?
Bu ayrıcalık, birçok gazimizde "biz bunun için mi dövüştük" şeklinde bir tepkiye bile yol açmadı mı?
Bir itirafçının itirafları nereye kadar makbul, nereden sonra tu kaka?
Bunun bir ölçüsü, bir sınırı var mı?
Örneğin "evet biz devleti bölmek istemiştik, şu şu şu haltları yedik" dediği zaman kucaklayıp bağışlayacaksınız, "ama devlet adına da şu kişiler şu suçları işlemişti" diye öttüğü zaman mı karşı çıkacaksınız?
"İşimize gelen itirafçı iyidir, işimize gelmeyen itirafçı kötüdür" diye bir nalıncı keseri var mı yahu?
Pandora'nın kutusunu ağzına kadar açacaksın, sonra da kutudan pis kokular çıktı diye bozulacaksın... Var mı böyle bir çifte standart?
Şeref kumkuması basın, hadi bunu da yazın bakalım.
sabah

24 Ocak 2009 Cumartesi

KUS MU KONDURACAK?

Kuş mu konduracak?
Deniz Baykal, belediye başkanlığına İstanbul'da Kemal Kılıçdaroğlu'nu aday gösteriyor.
Bu kararda ne kadar kendi tercihi, ne kadar "gaz veren CHP medyası" etken olmuştur, bilemeyiz tabii.
Bir anket yayınladılar, buna göre CHP herhangi birini aday gösterirse İstanbul'da AKP kazanırmış ama Kılıçdaroğlu'nu gösterirse CHP kazanırmış...
Önceki yıl tanık olduğumuz rezilliklerden sonra, hele bu yayınları yapanların "cibilliyetini" de bildiğimize göre, Tarhan Erdem'den başka hiçkimsenin yaptığı hiçbir anketi ciddiye almayız ama gene de avukat ağzıyla konuşalım ve "bir an için" öyle olduğunu kabul edelim...
Fakat aynı CHP medyası, belediyeyle yetinmedi, Kılıçdaroğlu'nu "Baykal'ın yerinde, partinin başında" görmek istediğini de belirtti.
Dolayısıyla ortaya şu sorular çıktı:
Acaba Baykal, Kılıçdaroğlu'yla belediyeyi kazanacağına gerçekten inanıyor mu?
Yoksa, Kılıçdaroğlu'nun kaybedeceğini sezerek onu ateşe atmak ve "en tehlikeli rakibinin gücünü" bu şekilde kırmak, onu "pasifize" etmek gibi bir hesabın mı peşinde?
Televizyonda Melih Gökçek'in "tozunu atan" adamı niçin Ankara'dan aday yapmamış, doğrudan Gökçek'in karşısına getirmemiştir? Diye de sorarlar hani...
Her neyse, gene avukat ağzıyla konuşalım ve bir an için Kılıçdaroğlu'nun İstanbul belediye başkanı olduğunu düşünelim...
Tipik bir Ankara çocuğu, halim selim bir memur emeklisi, elhak namuslu ve temiz bir adam da olan Kılıçdaroğlu, bu cehennemde ne yapacaktır?
Bu korkunç ahtapotun hangi kolunu tutup da bükecektir?
Kılıçdaroğlu'nu İstanbul'un bir köşesine bıraksak, yolu bulup da Taksim'e çıkabilir mi acaba?
Belediyeciliğin b'si hakkında en küçük bir deneyimi, bu alanda herhangi bir "pilanı, porocesi ve poroğramı" var mıdır?
Yoksa bütün İttihatçılar gibi "hele bir iktidara gelelim, gerisi Allah kerim" kafasında mıdır?
Elhak "yemeyecek ve yedirmeyecek" olan Kılıçdaroğlu'nun dönemi, kendine sosyaldemokrat süsü vermiş bir başka başkan gibi, Nurettin Sözen dönemi gibi "fiyaskoyla sonuçlanmaya" mahkûm mudur yoksa? Yani ne yapacaktır Sayın Kılıçdaroğlu, kuş mu konduracaktır? Yoksa İstanbul kendisine sekiz numara büyük mü gelecektir?
Onu bırakın, partisinin İstanbul'a yönelik herhangi bir politikası, İstanbul'u bırakın Türkiye hakkında bir öngörüsü, bir hazırlığı, bir iddiası var mıdır acaba?
Ama mesele yalnızca "İstanbul'u Tayyip'in elinden almak" gibi bir basitlik ve ucuzluktan ibaretse, lafımız kalmaz.
Tabii "gazcıların" doğru söylediklerini, İstanbul'u CHP'nin kazandığını varsayarak yazdık bütün bunları.
Göreceğiz bakalım. Biz o gazcıların "vallahi billahi bundan sonra yalan yazmayacağız" diye manşet atmış olduklarını da hatırlarız, çok şükür henüz bunamadık. Hani şu "ne gazeteciliği kardeşim, biz burada dükkân açtık para kazanıyoruz" diyen takım canım!..
Burunları uzar mı uzamaz mı, iki ay sonra görürüz.
SABAH

23 Ocak 2009 Cuma

ENCUMEN-I DANIS

Encümen-i Daniş ne iş?
Bu başlıkla bir yazı yazdığımı hatırlıyorum... Konu (yani Encümen-i Daniş konusu), yanlış hatırlamıyorsam ‘28 Şubat süreci’nin ufunetinde gündeme gelmişti. Birtakım emekli paşalar, periyodik aralıklarla toplanıp, memleket meseleleri hakkında fikir teatisinde bulunuyorlarmış. Bir gelenekmiş bu... Devletin üst kademelerinde görev yapmış birtakım siviller de refakat ediyormuş bu toplantılara. Peki, ‘ortaya çıkan fikirleri’ ne yapıyorlarmış? Konu buydu işte... Söylemesi ayıptır, ben de ortaya çıkan değerli fikirlerle, 28 Şubat fikriyatının paralelliğine dikkat çekip sormuştum: ‘Ne iş?’ Gündem o kadar yoğun ve kalabalıktı ki, ‘Encümen-i Daniş’i tartışmaya sıra bile gelmiyordu. Fakat böyle bir oluşum vardı. Bunu herkes biliyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, herkeslerin malumu bu oluşum fazla ciddiye de alınmıyordu. İşte, ülke ve dünya meseleleri hakkında fikir sahibi olduğunu sanan birtakım emekli paşalar, hobi sadedinde oturup, ‘memleket ve siyaset geyiği’ çeviriyorlardı. Ne yapsalardı? Kahveye mi takılsalardı. Evde oturup (tabiri-i amiyane ile) karı dırdırı mı çekselerdi. Ellemeyin, toplansınlardı... Hem, ‘muvazzaf’ halleriyle ne yapmışlardı ki, ‘ortaya çıkaracakları’ fikrin bir ağırlığı ve ehemmiyeti olsun! Herkes, konuya, aşağı yukarı böyle bakıyordu. Ben de, en azından ortaya çıkan fikrin ‘değeri’ açısından böyle bakıyordum. Böyle bakılması gerektiğini düşünüyordum. Fakat, Aziz Üstel’in ‘Encümen-i Daniş’in tarihine ilişkin yazdığı yazıyı okuyunca kanaatim değişti. Hemen söyleyeyim: Çok iyi bir yazıydı. Çok değerli bilgiler vardı. Bakmayın ‘bilgi’yi koklatıp geçmesine... Aziz abi kibar adamdır. Birçok şeyin farkındadır da, tenezzül meselesi saydığı ve bir tür aristokrat tavrı temellük ettiği için, ‘farkında değilmiş gibi’ yapmayı tercih etmektedir. Encümen-i Daniş, iki haftada bir Moda Deniz Kulübü’nde toplanıyor. Daimi üyeleri var. Neredeyse, emekli paşaların tümü daimi üye... Siviller de var: Emekli MİT Müsteşarları, eski Dışişleri Bakanları, mutemet bürokratlar... Öyle her paşayı da aralarına almıyorlar. Mesela, görev dönemi içinde ‘düşük performans’ sergileyen (darbe ve muhtıra gibi ‘yararlı’ işlere tevessül etmeyen? Hilmi Özkök ve Yaşar Büyükanıt paşalar yok. Bunlar bir dernek mi, vakıf mı, örgüt mü? Ne oldukları belli değil. ‘Dernekler Masası’nda da bir kaydı kuydu yok. Bu oluşumun (isim bulamadık, bari ‘oluşum’ diyelim) kimler tarafından istikbal edildiği de belli değil. Bir gizem yumağı... Benzetmek gibi olmasın da, bu haliyle hafiften masonik bir çağrışım yapıyor. Her paşayı ‘paşa’ kabul etmeyen bu oluşum, ortaya çıkan fikirleri, mektup yoluyla bazı Cumhurbaşkanları ve Başbakanlarla paylaşıyormuş. Mektup arkadaşları arasında Gül ve Erdoğan yok. Demek ki, öyle herkesi Cumhurbaşkanı ve Başbakan saymıyorlar. Esasında, toplantı tutanaklarının bir kopyasının ‘güvenlik ve istihbarat birimleri’ne de gönderilmesi gerekiyor. Böyle bir şey de yok... Ben en çok şu hususa takıldım: Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin bürokratları, neden oluşumlarına düpedüz gericiliği çağrıştıran ‘arkaik’ isimler koyarlar? Hani ‘redd-i miras’ etmiştik? Daha ‘çağdaş’ ve ‘yıldırımlar yaratan’ isimler bulunamaz mıydı? Encümeni- Daniş, Sultan Abdülmecid döneminde kurulan, sadece 12 yıl yaşayan bir eğitim ve çeviri faaliyeti’ kurumuydu. Aziz Üstel’in de belirttiği gibi, ülkenin iç ve dış sorunlarını tartışan, güvenlik konularını irdeleyip Padişaha mektup falan yollayan bir oluşum değildi. O zaman bir kez daha soralım: Encümen-i Daniş ne iş?
AHMET KEKEÇ

22 Ocak 2009 Perşembe

NE YANİ

Ne yani, bir de Gürüz’e mi üzüleceğiz?
Bizi, Kemal Gürüz’e yapılanlar konusunda insanlık, demokratlık ve delikanlılık sınavına tabi tutuyorlar... Üstelik, ‘insanlık, demokratlık ve delikanlılık sınavında’ hep bütünlemeye kalmış, esasında insan içine çıkmaya yüzü olmaması gereken çevreler bunlar. Ne olmuş Kemal Gürüz’e? Bir polis, otomobile bindirirken, hafifçe kafasını bastırmış. Zulmü görüyor musunuz? Bilmeyen, Türkiye’deki gelişmeleri yakından izlemeyen, enformasyon ihtiyacını Aydın Bey’in organlarından karşılayanlar da sanacak ki, tek başarısı yüksek öğretim kurumunu ‘demir pençeleri’yle yönetmek olan, ‘Bu yaptıklarınız biraz faşizanca değil mi?’ sorusunu geniş bir kabulleniş içinde ve elbette gülümseyerek ‘öyle görmek istiyorsanız, öyledir’ diye cevaplayan Kemal Gürüz’e gadredilmekte, demir parmaklıklar arkasında sürüm sürüm süründürülmektedir... Bir soruşturma çerçevesinde gözaltına alınmış... Sonra salıverilmiş... Hepsi bu... Kötü muamele görmemiş, Adil Serdar Saçan mağdurları gibi işkenceye yatırılmamış... Efendice ifadesi alınmış, efendice salıverilmiş... Kafasını bastıran polis hakkında da soruşturma açılmış... Hayır efendim, bugün Kemal Gürüz’e yapılanlara sessiz kalanlar, çıkıp nasıl ‘Ben demokratım, ben adaletten yanayım, ben şuyum, ben buyum’ diyeceklermiş... Hem, Kemal Gürüz nasıl Ergenekoncu olabilirmiş ki? İşte gitmişler, yerinde incelemişler... Kendisi Ergenekoncu değilmiş, tipik bir Amerikancıymış, üstelik Süleyman Demirel hayranıymış, bütün darbelere karşıymış, eşine dostuna darbelerin ‘esasında ne fena bir şey’ olduğunu anlatıyormuş, görünüşünün aksine oldukça da sempatik biriymiş... Peki, kendisine sordunuz mu, demir pençelerinizle yönettiğiniz o kuruma nasıl atandınız? Kaçlı kararnameyle? Madem Demirel hayranıydınız, Baykal’ın yanında işiniz neydi? Madem siyasetler üstüydünüz, ‘CHP Eğitim Danışmanlığı’ görevini nasıl kabul ettiniz? Madem biricik derdiniz eğitim ve öğrenimdi, üniversiteleri neden kışlaya çevirdiniz? Madem ‘özgür bir üniversite’ düşlüyordunuz, öğretim üyelerine getirilmek istenen sınırsız yayın özgürlüğünü ne hakla ‘sapıkça bir zihniyetin ürünü’ olarak değerlendirdiniz? Madem uygulamalarınız arasında ‘özerk üniversite’ önemli bir yer işgal ediyordu, neden bütün karargah çıktılarını emir telakki edip yüzbinlerce genci mağdur ettiniz? Madem demokrat çizgiden hiç sapmadınız, neden üniversitedeki anti demokratik uygulamalarınızı, ‘Yaptığımız değişiklikler militancaysa militancadır, fırsatım olsa yine yaparım’ diye sahiplendiniz? Madem bütün darbelere karşıydınız, neden ‘Ordu Göreve’ pankartlarının altında yürüdünüz? Bu böööyle gider... En iyisi keselim... Haaa... ‘Türkçe bilim ve eğitim dili olamaz’ konusuna hiç girmiyoruz. Zaruretten ‘ulusalcı’ takılan Kemal Gürüz, bunun hesabını, ‘çekirdekten’ ulusalcı olanlara versin... Tıpkı, ‘Ben Ergenekoncu değilim, Amerikancıyım’ sözünün hesabını vermesi gerektiği gibi... Biz işimize bakalım... Dolayısıyla, Gürüz’ün tabi tutulduğu insanlık dışı ‘kafa bastırma’ olayına sessiz kalmaya devam edelim. Bu satırların yazarı yıllarca polis takibatında yaşadı, üç buçuk yıl köşesinden ayrı kaldı, gözaltına alındı, Çevik Bir patentli yüzlerce mahkeme celbiyle uğraştı... Hiç üzüleni yoktu... Bizi Kemal Gürüz konusunda ‘insanlık, demokratlık ve delikanlılık sınavına’ tabi tutanlar da ‘mevzun’ suskunluklarını korudular. Onca işimiz arasında bir de Gürüz gibi, tuzu kuru müntesiplere üzülemeyiz... Hiç kusura bakmasınlar...

21 Ocak 2009 Çarşamba

BOYLE KARI OLMAZ OLSUN

Böyle “karı” olmaz olsun!
Türkiye'nin İsrail'le ilişkisi Katolik nikâhı gibi bir şey mi? Bu “karı”yı boşamak imkânsız mı? İsrail'le ilişkilerin kesilmesini isteyenlere “Bekâra karı boşamak kolaydır” diyor Başbakan Erdoğan…
Daha önce de “Bakkal dükkânı yönetmiyoruz, Türkiye Cumhuriyeti'ni yönetiyoruz” demişti…
Bunlar ne anlama geliyor?
“Elimiz-kolumuz bağlı” mı demek istiyor Başbakan?
“Türkiye Cumhuriyeti İsrail'e damardan bağlıdır, İsrail'siz yapamayız” mı demek istiyor?
Yoksa Türk Silahlı Kuvvetleri'nin İsrail konusundaki ısrarlarına boyun eğmek zorunda kaldıklarını mı ima ediyor?
İsrail'le “bütün ilişkilerin hemen kesilmesi” imkânsız diyelim…
Siyonist katillere verilen ihalelerden birinin iptal edilmesi de mi imkânsız?
Diplomatik ilişkilerin kesilmesini filan geçtik; “İsrail Hava Kuvvetleri bundan böyle Konya'yı üs olarak kullanamayacak” demek de mi imkânsız?
En ufak bir somut yaptırım da mı uygulanamaz İsrail'e?
Hiçbir şey mi yapılamaz?
Öyleyse “İsrail Birleşmiş Milletler'in kapısından içeriye nasıl giriyor?” söylemi neyin nesidir?
İsrail'in uluslar arası topluluktan dışlanması gerektiğini ima edeceksiniz, ama bu terör rejimine yaptırım uygulamanız istendiğinde “biz bakkal dükkânı yönetmiyoruz”, “bekâra karı boşamak kolaydır” deyip geçeceksiniz…
Bunu gören İsrail, “Endişeye mahal yok. Katliamda ne kadar ileri gidersek gidelim, Türk hükümeti bize yaptırımın 'y'sini uygulamayacaktır. Gazze'nin canına okumaya devam!” demez mi?
* * *
Başbakan'ın İsrail aleyhindeki sert konuşmaları Türkiye'yi İslam dünyasının yıldızı yaptı ve İsrail'in yüreğine korku saldı. İsrail, “Erdoğan'ın böyle sert konuşması somut yaptırımların habercisi olabilir” diye korkuyordu.
Bu korkuyu “bekâra karı boşamak kolaydır” gibi çıkışlarla silmenin ne âlemi var?
İsrail'i rahatlatmanın ve İslam dünyasını hayal kırıklığına uğratmanın ne alemi var?
“Hiçbir şey yapılmayacak olsa bile bir şeylerin yapılabileceği izlenimi uyandırılarak İsrail'e psikolojik baskı uygulanmalıdır” diyeceğim ama hiçbir şeyin yapılamayacağı fikrini kabul etmem mümkün değil.
Hani Türkiye büyümüş, güçlenmiş, bölgesel süper güç olmuştu?
Kardeşlerimizi göz göre göre soykırımdan geçiren İsrail'in karşısında kılını bile kıpırdatamayacak kadar aciz olan Türkiye'nin “bölgesel süper güç”lüğünü ne yapalım?
Alıp da başımıza mı çalalım?
İsrail'e demediğini bırakmayan, ama iş somut adım atmaya gelince 'Orada durun!' diyen Başbakan'ın millete bir açıklama borcu var.
Orada niye durmak gerekiyor?
İsrail'e dokunan çarpılır mı?
Askeri darbe filan mı olur?
Bildiği neyse söylesin, biz de bilelim.
Bilelim ve “Geçiniz!” diyelim.
Allah, bütün risklerden büyüktür.
* * *
“Bekâra karı boşamak kolay”, evet.
Kolay olanı herkes yapar.
Yüzde 47'lik muazzam bir halk desteğiyle iktidara gelen AK Parti'den zor olanı yapmasını beklemek hakkımız değil mi?
* * *
NOT: İsrail'in ilan ettiği “tek taraflı ateşkes”e güvenip de rehavete kapılmayalım. İşgal ordusu Gazze'den çıkmaya yanaşmıyor ve HAMAS direnişe devam edeceğini söylüyor. Savaş bitmedi. İsrail'e lanet / Filistin'e destek eylemlerine devam!

16 Ocak 2009 Cuma

Ertuğrul Özkök'e 28 Subat hatırlatması

Ahmet Kekeç, linç edildiğini söyleyen Ertuğrul Özkök'e, 28 Şubat manşetlerini, bazı aydınları işlerinden eden Akın Birdal'ın vurulmasına neden olan 'Andıç'ı hatırlattı.
Star yazarı Ahmet Kekeç, Ertuğrul Özkök’e yürüttüğü linç kampanyalarını hatırlatarak, bulunan bombaları neden sorun yapmadığını sordu. Kekeç, Özkök’ün 12 Eylül’ün sivil versiyonu söylemini hatırlatarak, “Darbeci ve muhtıracı değil misiniz?” diye sordu.
Kekeç 28 Şubat döneminde Hürriyet’de atılan “Topyekün savaş’, ‘İşi bu defa silahsız kuvvetler halletsin’, ‘Paşa başkanı hizaya soktu’ manşetlerini hatırlatarak, karargahta pişen haberlerin nasıl yer verildiğine değindi.
Star Yazarı, Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar, Altan biraderler, Mahir Kaynak ve Mahir Sayın’ı suç örgütlerine hedef gösteren, insan hakları savunucusu Akın Birdal’ın kurşunlanmasına neden olan ‘Andıç’ belgesini de Özkök’e hatırlattı.
Ahmet Kekeç'in Star gazetesindeki yazısı:
Senin linç ettirdiğin liberaller ne olacak?

Birçok şeyden korkan (mesela ‘Yahudi medyası’ diye anılmaktan korkan) Ertuğrul Özkök, Ergenekon davasından da korkuyormuş. Hançeresini patlatırcasına ‘Çeteler temizlensin’ diye bağırıyormuş. Fakat, karşısında kendilerine hálá ‘demokrat’, hálá ‘liberal’ demeye utanmayan faşist bir ‘linç mangası’ varmış. Bunlar, savcıyı bir kenara çekmiş, parmağını Özkök’e uzatarak, ‘Ne duruyorsunuz, onları da içeri alın’ diye bağırıyormuş. Burada, araya girip, bir iki düzeltme yapmam gerekiyor. Birincisi, Özkök ne zaman ‘çeteler temizlensin’ diye bağırmış? Ben hatırlamıyorum. Birkaç cılız Ergenekon itirazı dışında, onun kaleminden şöyle okkalı bir karşı-çete yazısı okuyamadık... Bağırdıysa da, demek ki sesi o kadar gür çıkmadı. Kapatma davası ve Deniz Feneri olayında daha bir kıyıcı, daha bir gürül gürüldü... Hele, ‘biat medyası’ diye efelenmeleri, Kemalist lince maruz kalmış Atilla Yayla’ya ‘Keşanlı Galileo’ diye güya esprili yüklenmeleri, sol husyesi görevi verdiği ‘terbiyesiz kalem’le birlikte Başbakan’a gürlemeleri, Hilton arazisine imar izni vermeyen siyasileri ‘itin bilmem neresine’ sokmaları... İstediğinde, pekala ‘gür’ ve ‘gümrah’ olmasını biliyormuş. Sıra Ergenekon’a gelince neden bağırdığı halde sesini duyuramıyor? Demek ki bağırmıyor... Demek ki, ‘bağırmış gibi’ yapmayı tercih ediyor ve bunu yememizi bekliyor. Biz de inadına yemiyoruz. Diyoruz ki, ‘Bu kadar bombayı, bu kadar cinayeti, açığa çıkmış bu kadar darbe girişimini niçin sorun yapmıyorsunuz? Bu görevin üzerinizden alınmasını mı bekliyorsunuz?’ İkincisi şu: Diyor ki Özkök, ‘Bir avuç güya liberal gazeteci, güya aydın, iktidarı ele geçirmiş, entelektüel bir faşist rejimi payidar kılmış. Hava neredeyse 12 Eylül’ün sivil versiyonu... En küçük itirazınızı yazsanız anında sırtınıza ‘Darbeci’ ve ‘Ergenekoncu’ etiketini yapıştıracak.’ Değil misiniz? Darbeci ve muhtıracı değil misiniz? 28 Şubat’a destek veren, ‘Topyekün savaş’, ‘İşi bu defa silahsız kuvvetler halletsin’, ‘Paşa başkanı hizaya soktu’ manşetlerini atan kimdi? Karargahta pişen haberleri gazete sayfalarına çakan kimdi? Onca asparagas, onca karargah çıktısı, kişilik haklarına saldıran onca manipülatif haber kimin eseriydi? Her şeyin ‘hukuktan ibaret olmadığını’ yazan kimdi? Kenan Evren’i, ‘kendi halinde yaşlı, sevimli, tonton bir adam’ olarak resmeden kimdi? Pakistan Yüksek Mahkemesi’nin darbeyi onaylayan kararını, ‘28 Şubat’ın meşruiyet belgesi’ diye yutturan kimdi? Demek ki, iktidarı ele geçirerek ‘faşist bir rejimi payidar kılan’ güya gazeteci, güya aydın birtakım liberaller, Ergenekon konusunda sesin gür çıkmadığı için seni linç ettirmeye uğraşıyor. Öyle mi? Kim bunlar? İsim ve adres ver, gidip birlikte pataklayalım... Peki, senin linç ettirdiğin liberaller? Onlar ne olacak? Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar, Altan biraderler, Mahir Kaynak ve Mahir Sayın’ı suç örgütlerine hedef gösteren, insan hakları savunucusu Akın Birdal’ın kurşunlanmasına neden olan ‘Andıç’ belgesini Hürriyet gazetesinin manşetine çakan sen değil misin? Bu ülkeye (ve bazı liberallere) özür borcu yok mu senin? Hálá çıkıp nasıl konuşabiliyorsun?
Ahmet Kekeç / Star

14 Ocak 2009 Çarşamba

Mesele Olmak, Mechele Değil


Metropolis (Ana Tanrıça Kenti) harabeleri ve Selcuklu Özbey Kalesine güney doğusundan bir bakış...
Mesele Olmak, Mechele Değil
Sayın Ertan Ünver 12 Ocak 2009 tarihli son yazısında “Mesele Ol Mesele değil Cenk” http://polemikler.blogspot.com/2009/01/ertan-nver-itiraz-etti-izmir-torbal.html başlığı ile bize inceden mesaj verdi! Kimseye ne gölge olmaya nede cahilliğe sevkeden olmaya niyetim yok. Örnekse kimseden böyle bir talebim yok! Gayet samimi bir şey sordum. Halen Torbalı Ticaret Odası (TTO) yönetiminde olupta şimdi Muzaffer Sekban’a muhalefet eden meclis üyesi yada yöneticiler hangi gerekçelerle Sekban’a karşı çıkıyorlar ve bu gerekçeler içinde bizim yıllardır karşı çıktığımız Kabacakırına Organize Sanayi Bölgesi (OSB) kurulmasıda var mı? Varsa bugüne kadar nasıl karşı çıktılar ve şerh koydular? Yok eğer karşı çıkılmadı ve suskunluğun ikrardan geldiği göz önüne alınırsa nasıl bir çıkarsama yapmalıyız? İlgili ve “Torbalı Ticaret Odası Seçimi” başlıklı http://cenksarigol.blogspot.com/2008/12/torbal-ticaret-odas-seimi.html yazımızda aynen şu ifadeyi kullanmışız; “...Ben Ticaret Odasında şimdi muhalif olanların hiçbirisinden Kabacakırı OSB konusunda karşı söylem duymadım (Oldu da ben kaçırmışsam şimdiden özür dilerim). Eh Torbalı Ticaret Odasından OSB konusunda muhalif bir ses duymamışsak, hemfikir olunduğunu düşünmemiz gerekir. O takdirde en önemli soru önümüze düşer, ‘Bir ilçenin Ticaret Odası başkanı ve meclisinin ilçelerine OSB getirmesi başarı değil midir?’ elbetteki büyük bir başarıdır. Hatta muazzam bir başarıdır. Ben böyle düşünüyorum. Buraya kadar Ertan Ünver ve Mustafa Yetkil hocamın da aynı düşündüğünü sanıyorum. Bizim karşı çıktığımız OSB’nin Kabacakırı’na kurulmasıdır...” Yazımın ana fikri bu cümledir. Biz köşelerimizden çığırır, okurlarımızdan gelenleri aktarırken yetkili ve etkili (özellikle Torbalı Belediyesi ve İktidar partisi Torbalı AKP kadrolarını hatta Yeniköy, Özbey Muhtarlarına kadar) insanlarımızı eleştirmedik mi? Şimdi Ertan bey abim, diyelimki bizlerin Kabacakırı OSB konusunda itirazımız yok! Bazılarının şimdiye kadar itiraz etmediği ama muhalif olduğu gibi... Soru basit (Torbalı Ticaret Odası (TTO) Seçimi için farklı, Torbalı kamuoyu ve ticaret erbabının bile çoğunun anlamayacağı etkenleri saymadan); “Bir Ticaret Odası başkanının ilçesine OSB kazandırması başarı mıdır?” Eğer şimdi M.Sekban muhalifi TTO yöneticisi olanlar Kabacakırı OSB’ye karşı çıkmamışsa, bu başarı onların ve Sekban’ındır. Bana göre başarısızlık sebebi durum, itirazsız yöneticilerin ve muhaliflerin başarısı olmak zorundadır! Bana göre gene başarısızlık olarak orada çakılacak bir ucube... TTO ve Yerel Seçim öncesi en azından bunca OSB yazmışlığın hatrına defter karıştırma, hesap çıkarma hakkımız yoksa... Sen Anlatabildinde Ertan Abi, galiban ben beceremedim. baksana tekrar ediyoruz... Gölge etmeyelim ve kimseyi cahilliğe sürüklemeyelim öyle mi? Cenk SARIGÖL

13 Ocak 2009 Salı

Mesele Ol Mesele Değil CENK


Ertan Ünver itiraz etti;

İzmir Torbalı Ticaret Odası seçimleri öncesi halen mevcut oda yönetiminde olup, başkan Muzaffer Sekban'a karşı liste oluşturmaya çalışan "Değişim Grup" saflarına geçerek bayrak açanları samimiyetsizlikle suçlayan Cenk Sarıgöl'e aynı gazetede yazan eski belediye başkanı ve yılların gazetecisi Ertan Ünver'den ince eleştirel bir itiraz geldi.

MESELE OL MESELE DEĞİL CENK

Cenk Sarıgöl, 5 Ocak günkü yazısında, kendisinden hiç beklemediğim bir “eksikli ve biraz iğreti bir performans” sergilemiş.. Hayret ettim.. Özetle şöyle diyor, Ticaret Odası seçimi ve Muzaffer Sekban karşıtlarına ilişkin olarak, Cenk Sarıgöl: Tamam M.Sekban seçilmesin; OSB’yi Kabacakırı’na kurmaya çalışıyor olması bile, yeter bu sonucu sağlamak ve kendisini seçtirmemek için.. 17 yıllık olması ve ona eklemlenen bütün öbür gerekçe ve de söylemlerin hemen tümü samimi değil...

Yapma Cenk, iş bu kadar basit ve yüzeysel değil.. Elbet 17 yıl da olur, 27 yıl da.. Elbet dozunda ve kıvamında olduktan sonra, siyaset de belli ölçülerde işin çeşnisini oluşturur.. Tamam.. Kabacakırı’na OSB diyen kişi,


Torbalı’yı katletmeye(bilerek/bilmeyerek)yöneldiğinden
AUT’a gitmelidir;bu bile yeterli; o da tamam.. Ama işin üstyapısıdır bunlar.. Konunun altyapısında Torbalı İŞ ALEMİNE Sekban’ın artık 10 numara küçük gelmesi vardır.. Torbalı Tepeköy iken ve işi 10-15 bin nüfus ile, birkaç yüz esnafla götürür iken, “maçı idare ediyordu Sekban”.. Nüfus 1.5-2.0 civarında artıyordu.. Vs. vs.. Hep bilinen durumlar.. Fakat artık iş değişti.. Bu nüfus artış hızı ve beden büyüme katsayısı ve dahi Torbalı’nın CAZİBELERİN MERKEZİ durumuna gelmesi.. Torbalı’ya gelen insan ve sosyal-ekonomik taleple, giren para arasındaki farkın her geçen gün biraz daha artıyor olması, Torbalı İş Alemini/Esnafını mahvetmeye başladı.. “Rengi ve işlevi belli” ve şu özellikle inşaat sektöründe “rahatlayan” para da olmasa, yandı gülüm keten helva.. O zaman Torbalı iyice cehennem olur. (Sekban’ın beni, OSB konusunda aptal yerine koyması; alabansın, bababansın, şalabansın denince yeniden OSB’nin gizli mimarlığına soyunması bile benim için tuhafça bir anı olarak kalmalıdır,artık..Umurumda değil.. R.İ. Uygur’la "nasıl bir siyasetse”, işbirliğine girişmeleri bile, hoş bir kıvırma oyunu olarak durmalıdır bir yanda,artık..)

Torbalı’yı bu “sosyal-ekonomik cehenneme gidişten” çıkaracak tek yol katma değeri yüksek bir Torbalı Ticaret Ortamının İnşasıdır… Hele bir de bu kriz dönemi yaşanıyorken.. (Kardeşim ben bu konuyu yirmi beş yıl dile getiriyorum.. 17 yılında bu zat, Başkanlık ediyor Torbalı Ticaretine.. Bir günden bir güne şu altını çizdiğim katma değeri yüksek ticaret ortamı nedir; nasıl oluşturulur diye kimse sormadı...) Bunlar hem bilmezler; hem sormazlar; hem de yazarlar-söylerler ve hem de her makamı hep isterler.. Biz 89 Belediyesinin son yılında, Medoder’in bastırdığı 30.000[yazıyla otuz bin] Metropolis posta kartının tümünü,oraya gelen turistlere satmıştık; aradan 15 yıl geçti.. O zihniyet olsa, bu sayı şimdi 500 binleri bulur ve yalnızca buradan milyarlar yağardı.. Kaldı ki, o iş, projenin yalnızca yirmide biridir.. Ama şimdi bizim M.Sekban Torbalı Vergi Dairesine yatan katrilyonların “çene suyu çorbasını” yapıyor..

O para Torbalı’ya değmeden nereye gidiyor; o parayı kazanan fabrikaların işçileri ve ihtiyaçlarının öbür bölümü nerelerden karşılanıyor?.. Sekban’ı bir gün bunlardan söz ederken duyan oldu mu?.. Oysa 6-7 ay önce kendisinden söz ettiğim Beypazarı Belediye ve Ticaret Odası Başkanları ilçelerini paraya boğdu, eski ev onarımı yaparak ve ilçesini turizme açarak.. Beypazarı,Beypazarı beyler;Bodrum, Marmaris falan değil.. Anadolu’nun göbeği. O Bşk. şimdi de MHP Ankara Büyük Şehir Bld.Bşk. Adayı…)

Anlatabildim sanırım Cenk kardeş.. Yer bu kadar.. Laflarsak, daha ayrıntısını da sunarım…


Ertan Ünver

9 Ocak 2009 Cuma

PERDE ARKASİ: BASBUG'UN 3 İSTEGİ

Küçük bir ricam olacak "Ben de bir balıkçı olarak denizlerdeki balıkların benim tezgahıma davet edilmesini rica ediyorum. Ne gereği var gidip saatlerce denizlerde hem lodos yemeye hemde sabah boş dönmeye ve yorulmaya. Paşam ufacık bir rica da bulunmuş, davet ediniz diye bence eksikler var listede; bir limuzin, mahkeme yada emniyete getirilirken kırmızı halı, bando bölüğü ve şarap sunmak üzere simokinli garsonların hazır bulundurulması.... Bence adalete ne gerek var, diğer suç işleyenleride davet edelim, hatta birde ricada bulunalım! "Askerlerimizi şehit eden PKK terör örgütü üyelerinede davetiye gönderelim", akşamları gelip imza atsınlar ve akşam olunca da dağa çıksınlar buda bir demokrasidir. Neden onları bu haklardan mahrum bırakalım ki!.......Sizlere iyi seyirler diler yeni bir polemikte buluşmak umuduyla

Ergenekon operasyonunun ardından Genelkurmay-Başbakanlık ve Çankaya üçgeninde yaşanan başdöndürücü trafiğin perde arkasından askerin 3 talebi çıktı.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un, Başbakan Erdoğan'dan Ergenekon kapsamında gözaltına alınan emekli generallerle ilgili izlenen yönteme itiraz ederek, “TSK mensupları gözaltına alınmak yerine ifade vermek üzere Savcılığa davet edilmeli” talebinde bulunduğu ortaya çıktı.
Orgeneral Başbuğ'un Ergenekon kapsamında tutuklu olarak yargılanan emekli Orgeneraller Hurşit Tolon ile Şener Eruygur'un tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmasını talep ettiği öğrenildi.
Ergenekon operasyonu kapsamında MGK eski Genel Sekreteri emekli Orgeneral Tuncer Kılınç ile Harp Akademileri eski Komutanı emekli Orgeneral Kemal Yavuz başta olmak üzere çeşitli rütbelerdeki TSK mensuplarının gözaltına alındığı Ergenekon operasyonunun ardından Genelkurmay karargahında Kuvvet Komutanları ile 6 saat süren bir toplantı yapan Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, alınan kararları bir liste halinde Başbakan Erdoğan ile Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e iletti.
DAVETLE OLSUN
Alınan bilgilere göre TSK'nın talepleri arasında şunlar yer aldı:
TSK mensupları operasyonla gözaltına alınmamalı. İfade vermek üzere savcılığa davet edilmeli. Emekli Generallerin operasyon sonucunda gözaltına alınması rahatsızlık veriyor.
GÖZALTI SÜRESİ
Gözaltına alınan TSK mensuplarından suçu olanlar yargılanmalı, ancak suçsuz olanlar uzun süre gözaltında tutulmamalı, serbest bırakılmalı.

TUTUKSUZ YARGILAMA
Halen cezaevinde olan emekli Orgeneraller Hurşit Tolon ile Şener Eruygur, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılsın. İki emekli general için cezaevinde tutulmak yerine yurtdışına çıkış yasağı ya da düzenli olarak imza vermek gibi adli kontrol mekanizmaları devreye sokulsun

ESKİ DEFTERLER

Eski defterler
Çok genç olmayanlar bilirler, bir zamanlar İstanbul'da bir "İSKİ rezilliği" patlak vermişti.
Su müdürü, iş yaptırdığı müteahhitlerden para topluyor, bu paranın bir kısmını partisine bağış olarak aktarıyor, bir kısmını cebellezi ediyordu.
"Azgın kart teke sendromuna" kapılıp yanında çalışan çocuğu yaşında bir kıza tutuldu, eşini boşamaya kalktı, aldığı rüşvetin bir kısmını nafaka yapmak istedi, eşi de rezilliği medyaya açık ediverdi.
Paralara el koydular, su müdürünü içeri tıktılar.
İçeride baldırına bir de bıçak yedi su müdürü, görünürde "sıradan bir vatandaşın öfkesi" nedeniyle, aslında "konuşmaması" için...
O da mesajı aldı, sustu, konuşmadı ama bu arada kız da başkasına kaçtı! Ne hikmetse, mahkemede tanıklıklarına başvurulan bütün müteahhitler de bağışları "gönüllü" olarak yaptıklarını, hiçbir zorlama altında kalmadıklarını söyleyivermişlerdi... Maşallah İstanbul'un bütün kapitalistleri gizli solcuydu, iktidar koalisyonunun ortağı sosyaldemokrat partiyi destekliyorlardı da bizim bundan haberimiz yoktu!
Hepimiz kıçımızla gülüyorduk tabii.
İSKİ skandalı, partiyi de yedi belediyeyi de.
Kendilerine solcu süsü veren hokkabazlar, İstanbul'u bir daha geri gelmemek üzere yitirdiler. Onlara destek olmak amacıyla adaylıklarını koyan şarkıcılar türkücüler bile işe yaramadılar.
Parti de tarihe karıştı. Gitti, kendine solcu süsü veren daha eski bir partiye eklemlendi.
Onlar da bir daha, bırakın iktidarı, küçük ortaklık yüzü bile göremediler. Hatta bir dönem meclis dışı bile kaldılar.
Belediye reisi de o partiden milletvekili oldu ve bir daha da sesi soluğu çıkmadı, on beş yıldır "low profile" gösteriyor. Eh, "high profile" gösterecek yüzü yok.
İsim vermedim, çünkü su müdürü diyetini ödedi, cezasını çekti, bitti gitti. Kendisiyle televizyonda en çok "uğraşan" bendim o sıralar, hem onun müdürlüğü hem de benim televizyon yorumculuğum tarih oldu.
"Müteveffa" parti de bana beş yüzü aşkın dava açmıştı, kaç milyar ödediğimi bilmiyorum, eski patronuma sorunuz çünkü onun cebinden çıktı.
Adnan Menderes'in son sözlerini tekrarlamama izin verirseniz, "kat'iyyen muğber değilim, hiçbir iğbirar duymuyorum" ... Onlar duyuyorlarsa onu bilemem, kendi küçüklükleri olur. (Muğber, gücenmiş, küskün demek. Merhum Menderes Osmanlıca konuşurdu, ben de severim.)
Bütün bu eski defterleri neden açtım?
İzmir'de bir "operasyon" yapılmış, iki belediye reisiyle birlikte tam yüz yirmi kişi gözaltına alınmış. İmar kanununa muhalefet, ihaleye fesat karıştırma, suç işleme amacıyla örgüt kurma, falan filan. Bildik yolsuzluk türleri.
Ankara'da bir ilçede de buna benzer bir rezillik yaşanmıştı yakın zamanda...
Bunlar, kendine solcu süsü veren "malum ve mahut" partinin adamları.
Eski defterleri neden açtım? Son zamanlarda, özellikle belli bir yayın grubunun da desteğiyle, "belediye yolsuzluklarını AKP yapar, ötekiler sütten çıkmış ak kaşıktır" gibilerden bir puşt tezgâhı döndürülüyor da, bazı şeyleri yaşlılar unutmasınlar, gençler de öğrensinler diye...


SABAH

4 Ocak 2009 Pazar

MAHALLE BASKİNİ

Mahalle baskını
Şerif Mardin (tabii ennn baba akademisyenler dahi yaşlanır/paslanır/kıbleyi şaşırır/şaşırabilir zamanla) müthiş Türk Dişi Röportajcısı (ailesine başarıyla gelin gitmiş bulunan) Ayşe Arman’a verdiği mülakatta, öyle gevirivermişti biliyorsunuz Cankurtaran Simidi o müthiş kavramı: Mahalle Baskısı!
Sonra O: MAKUL AZINLIK,
O: UZLAŞMA ARZUSUNDAN ÇILDIRANLAR, O: KORKULARININ GİDERİLMESİ ŞART AZIMSANAMAZ KİTLE Büyük Gazete (Türkiye Türklerindir) Hürriyet’in öncülüğünde ve gözcülüğünde-
Muhtelif varyasyonların (Malezya Fosurtusu vs.) servis etti. Sıkıştıkça.
Zira harbiden sıkışık vaziyetteler. Edecekleri bir kelâm yok. Hep varsayımsal korkular. ‘Esas korktuğunuz NEEEE?’
Öylesine uyduruktan da öte ayıplı ve hatta utanmaz (her yola gelir, abla) bir kavram ki Mahalle Baskısı.
‘Baskın basanındır’ ya da ‘yavuz hırsız ev sahibini bastırır’ da kullanılabilir bu zırtapozluğu daha sarih tanımlayabilmek için.
Ceberrut Kemalizm’in gadrine on yıllardır uğrayanlar; Mahalle Baskısı’nın müsebbibi olarak gazzzlanıyorlar. Harbiden ‘yağ gibi suyun üstüne çıkmaya yönelik’ bir ucubelik. Sosyoloji kisvesi altında. Üstelik.
Binnaz Torak, yeni ‘keki’ pişirip servis etmiş. “Afiyet olsun, Türkiye. Magic mushroomlu omlet de yaparım bi dahaki sefere. Şimdilik bu hash cookie’lerle kafayı bulandırın.”
Böyle bir ‘bilimsellik’ kisvesine ihtilaçlar içinde-
Hakikaten istedikleri kadar ‘istatistiki afyonu’ dayasınlar- tahammül edilir gibi değil!
Oysa daha gecen baharda başımıza Sardıkları Kapatma Davası- Ondan önce: 367 Atmasyonu. Tüm o ‘Hukukun üstünlüğü+Yargının Bağımsızlığı’ safsataları altında-
Şimdi davanın ismini cismini vermiyorum. Ama birkaç hafta önce ÜÇ MAHKÛMİYET istedi bana 1 Türkiye Cumhuriyeti Savcısı.
Ve de NORMALDE Radikal’e (yani bir Radikal Gastesi yazarı olan bana) açılan davalar Bakırköy’de görülürken- İstanbul’un dip köşe bucak bir semtinde, yaptığımız itirazı reddettirilerek filan açtırdılar o üç davayı.
Ve de: ne davayı açtıranlar (verdikleri ‘dayama’ birer adres var) ne de ‘şanlı’ avukatları, o semtte oturmaktalar.
Neden o mahkeme? Neden o semt illa billa? Şaibeli tercihler!
Hukukumuz, ‘adaletimiz’: bugün bir Rus ruletine dönmüş vaziyettedir. Hangi hâkime düşeceksin, hangi savcıya ve de onların ‘siyasi’ görüşleri NE?
Osman Paksüt ve aciiip aciiip
iddialı imitasyonu giysileriyle Çakma Chanel Kadını Eşi; biliyorsunuz ‘Biz takip ediliyoruz, ayol’ filan diye bir olaylar çıkartıp-
Şu an (İngiltere’de dil kursunda) ‘kaçak’ Turan Çömez (ki, ismini
bir caddeye vermişler: Ergenekon
ruhu tükenmez!) ile pek sıkı
fıkıydılar- hatırlarsınız. (Zaten o dinlenirken, diğerleri takılmıştı: ortak konuşmalar meselesi.)
Sonra işte “Vay! Osman Paksüt’ümüzün kaseti NERDE?” diye
bir karar çıkartıp Ankara’dan
1 Cumhuriyet Savcısı, İstanbul
Emniyeti Organize Suçlar’ı bastırıp kaset arattırdı. Arattırabildi!
Öyle bir ‘arzulanan’ kaset
çıkmamış Organize Suçlar’dan. Ankaralı o savcı, soruşturma savcılığından
alınmış da nitekim.
Ve fakat Osman-Ferda Paksüt’ün yediği hurmalar, bizleri hiç tırmalamayacak mı? Ne zamana kadar?
Demem o ki: HANİ Ergenekon’un Yargı Ayağı? Bu kadar kollu bir ahtapot organizasyonun yargı ayağının olmaması, nasıl imkân dahilinde değil ise-
Yargıdaki Ergenekoncular’a uzanılmaması da; o kadar tuhaf, abes, çirkin ve şaibeli kaçmıyor mu?
Mahalle Baskınları düzenleyip Elitist Klan Elitist Klan: beyaz bornozlar üstlerinde; ay, çok taciz ediliyorlar dindarlar tarafından-
Ergenekon’a bakalım hanımlar, beyler.
Daha Ergenekon’dan yiyeceğimiz/yememiz gereken
çok ekmek var.
Ergenekon’un bütün kollarını (tek tek tek) ortaya çıkartalım.
Milletimizi müşteki eden ESAS tehlike budur. Yoksa: Kuu Elitist Klan Bi Takım Sosyaloklar’ın ‘yaptım boş vaktimde bir arrraştırma/korkmuştum: korkuttum da doya doya’ numeroları-
E, yetti ve de ziyadesiyle bayat/boyama/dayama; bezdirdi
harbiden artık.

2 Ocak 2009 Cuma

70 milyonun parasıyla Kürtçe TV olmaz

Evet fazla söze gerek var mi? Bir zamanlar özgürlük diye bağırıyordu şimdi ne dediğini bilmiyor bu avukat sanırım,ergenakon çetesi yanlış mı yönlendiriyor nedir,neler oluyor bu partiye,evet az kaldı yerel seçimlerden sonra sende göreceksin Bay Baykal nelerin olacağını yeni bir polemikle başbaşayız....

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, dün yayına başlayan Kürtçe TV'ye tepki gösterdi. Devletin Kürtçe kanal kurmasının yanlış olduğunu belirten Baykal'ın sözleri şöyle:

Deniz Baykal, CHP Genel Merkezi'nde bulunan böcekle ilgili yaptığı açıklamada, böceği oraya kimin koyduğunu bilmediklerini bununla birlikte polise de güvenmediklerini söyledi.

CNNTürk'de Fikret Bila ve Murat Yetkin'in sorularını cevaplayan Deniz Baykal Kürtçe TV yayınına da tepki gösterdi. Devletin böyle bir şeye ön ayak olmasının yanlış olduğunu belirten Baykal, etnik talepler doğrultusunda 70 milyonun parasının harcanamayacağını ifade etti. Develt düzeyinde böyle bir işini yapılmasının diğer etnik kimliklerin de taleplerini doğuracağı fikrini savunan Baykal, "Yanlış bir istikamete gidiliyor. Bir süre sonra bunu çok ciddi sonuçları olacak. Devlet başka kesimlere karşı da benzer davranışlar yapmak zorunda olacak." dedi.

"AKP YAPTIRDI DİYEMEM"
Böceği oraya kim koydu? Bunların aydınlatılması gerekiyor. Ama polise güvenmiyoruz. Yeterince topluma güven vermediği açıktır. Biz inceleyeceğiz sonra da bakın böyle bir olay var diyeceğiz. Kimseyi suçlamak istemem, dinlemeyi AKP yaptırdı diyemem. Ama gizli bilgi toplamak isteyen meraklı çevreler var."
Baykal programda şöyle konuştu: 70 MİLYONUN PARASI KÜRTÇE TV'YE HARCANAMAZ Türkiye’de bir RTÜK düzeni vardır. O RTÜK düzeni içerisinde nasıl özel televizyonlar varsa, Kürtçe yayın yapmayı uygun gören bir televizyon çıkar yayını yapar. Buna kimse hiçbir şey diyemez. Ama devletin parasını, devletin kaynaklarını, 70 milyonun parasını sadece bir kesim vatandaşlarımızın etnik talepleri doğrultusunda harcanması doğru değildir. Yani bizim anlayışımıza göre devlet etnik kör olmalıdır. Karşısındakinin etnik kimliğini görmemelidir. Dini inancını, mezhebini görmemelidir. Buna yönelik kaynak ayrılması para harcanması yanlıştır. Bu giderek, devleti her türlü etnik kimliğin talebine karşı güç bir duruma sokar.

ÇOK TEHLİKELİ BİR İŞ YAPIYORLAR

Onlar da çıkıp derse; “Biz Çerkezce yayın yap, Arapça yayın yap, gürcüce yayın yap…”

Devletin etnik kimlikleri teşvik etmek değildir. Etnik kimliklerin devlet düzeyine çekilmesi çok tehlikeli sonuçları doğurur. Temel hak ve özgürlükler çerçevesinde her kesim örgütlenerek istediği gibi yayın yapabilir. Devlet bu işe para harcayamaz bu işe. Benim anlayışıma göre böyle. Yanlış bir istikamete gidiliyor. Bir süre sonra bunu çok ciddi sonuçları olacak. Devlet başka kesimlere karşı da benzer davranışlar yapmak zorunda olacak. Bu bir kamu hizmeti ise, o kamu hizmetini neden burada tutacaksın. Bunun içi personel yetiştireceksin. Belli bir dilin, eğitimini kültürünü devlet sorumluluğu olarak üstleneceksin. Bunlar çok büyük kararlar. Bunlar ya ne yaptıklarını biliyorlar. O zaman çok tehlikeli bir iş yapıyorlar. Ya da ne yaptıklarını bilmiyorlar”

1 Ocak 2009 Perşembe

YENİ YILDA İYİ CALİS BOCEGİM





Gün geçmesin ki ana muhalefetimiz bir konu ile gündeme gelmesin tabi yapacak iş,iptal edecek yasa kalmayınca hiç değilse bu kez de böcekle çıklaım piyasaya dediler ve patlattılar yılın son bombasını bizim ana binayı ilaçlamamıza rağmen böcek bastı.Eeee suçlular belli AKP ve Melih Gökçek şaka değil gerçek,neden Melih GÖKÇEK ilaçlama işleri anakent belediyesine bağlı değilmi? sahte ilaç kullanmış ve haşereler ölmemiş,komedi tabi bu,aslında bugün 2009 yılının yeni 367 sini koyacaktım yeni yılda yeni polemik olmaya aday ama onuda bugün çekeriz buraya iyi seyirler...

Bu “böcek”ti, “dinleme”ydi, “yes”ti, “no”ydu mevzuları sözkonusu edildiğinde, dikkatler üzerimizde toplanıyor haliyle...Malûm; Önder Sav’a böcek koyan bizdik!..Ya da... Böcek koyanların servis yaptığı gazete!..Başta Deniz Baykal olmak üzere, CHP’nin bütün “kelle” isimlerinin patır patır dökülüp, “Bize böcek koydular, koydular, koydular ve de koydular!” diye feryad figan eyleyişlerinin iki gün öncesinde...“Bolu Valisi ile CHP’li Önder Sav’ın neler konuştuklarını, Başbakan’a ve bir dolu bakana nasıl sövdüklerini, ne tür bir tezgah üzerine anlaştıklarını bir CHP’li sayesinde öğrendiğimizi” yazmıştık ya... Mabad üstü oturtmamızın ardından “Çuvalladık ey halkım!.. Beni Önder Sav yanılttı!..” makamında döktürmek mecburiyetinde kalan “dönme” ile diğer “medya kefalleri” amma saldırmışlardı...“Bir CHP’li Vakit’e niye malzeme versin ki? Ya kendileri böcek yerleştirmiştir; ya da böcek yerleştiren polisten almışlardır... Dikkatleri başka tarafa çekmek için de, böyle numaralar yapıyorlardır!..”•Ha bu arada... Bunların mebzul miktardaki muhabiri de peşimizde...Baykal ve diğer CHP ağır toplarının bağırış çağırışlarına paralel olarak, bize saldırmaktalar:-Sayın Arseven, hani CHP’liden almıştınız?..-Hııı?..-Ne oldu?..-Rengin soldu!..•Ne diye çene yoracaksın ki...Bir araba sorunun karşılığında, bir cümlelik cevap: “Ne yani, Önder Sav CHP’li değil mi?!.”•O gün... Sıcağı sıcağına bir Telekom belgesi koyduk ortaya... Bir de Turkcell belgesi!..Vakit Ankara bürosundan, Önder Sav’ın cep telefonunun arandığını ve iki hat arasında 44 dakikayı aşan bir görüşme yapıldığını ortaya koyan belgelerin ispat kudreti, savcılar tarafından da kabullenildiğinde... İş bitmiş oldu!.. Önder Bey, telefonun yanlış tuşuna basınca, “biçimsiz münasebet” ortaya dökülüyor ve habercimiz tarafından önümüze getiriliyor... Mevzu bu!..Efendim, gelelim güncel hadiseye: İsrail’in Gazze’deki “soykırım operasyonu”ndan ve Müslümanların terörist siyonistler karşısındaki “çaresiz görüntüsünden” dolayı fena halde bozuk olan başımızın üzerinde, hafif bir meltem esintisi:CHP’liler Genel Merkezlerinde nihayet böcek bulmuşlar!..Aranan böcek bulunmuş!..E, ne yapalım...Madem bu işlerin mebzul miktarda “kefal”i, “sazan”ı var;CHP’lilerin fevkalade hoşlanacakları bir senaryoyu döşenmiş olalım...Hatırlarsanız; Kurban Bayramı’ndan evvel CHP Genel Merkezi’ne gitmiş idim... Ve orada; Genel Başkan Yardımcısı Yılmaz Ateş’le bir “kurban derisi” röportajı gerçekleştirmiş idim...İşte efendim; oradayken, bu alandaki namımızı bilen “birileri” tarafından kulağıma fısıldandı: “Algan Hacaloğlu’nun odasına böcek yerleştirildi... Peşine düşersen, iyi malzeme çıkartırsın!.. Bu işlerdeki ortağın Aslan Değirmenci’yle birlikte bir araştırın bakalım!..”•O gün... Hemen bağlantıya geçtik derinlerdeki dostlarımızla!..“Buraya bakın” dedik: “Bizim partiye yine böcek koymuşsunuz!.. Malzemeyi benden başkasına verirseniz, iki elim yakanızdadır!”Bizim bu “sert” ve de “tehditvâri” çıkışımız, karşı tarafı ziyadesiyle etkisi altında bıraktı haliyle... “Ayıp ettin abi, bu işler senden sorulur” bile dendi...İş, beklemeye kalmıştı... O mahfil dinleyecek, kayda değer bir şey bulursa bana servis yapacaktı!..Bekle, bekle...Ne gelsin: İki parti yöneticisi...Uzun uzun dinleyince anlıyoruz ki... Biri Algan Hacaloğlu, diğeri Yılmaz Ateş... Aralarında bir “saç” muhabbeti var!..Hacaloğlu, Ateş’e; “Yılmaz bey saçlarını kaç yıldır boyatıyorsun” diye soruyor... O da; “On beş sene oldu... Ayda bir boyatıyorum” karşılığını veriyor...Sonrası:-Saç dökülmesine neden olmuyor mu?-Bak abi, inanmayacaksın ama; saçları boyatmaya başlamadan evvel, dökülme vardı. Boyatmaya başladığımdan bu yana, dökülmeyi bırak, gürleşti bile...-Öyle mi, ben de kime sorsam, ‘Aman hiç başlama, olan saçları da kaybedersin’ diyordu. Sizinki bünyenizle alâkalı bir durum olmasın? Olanı da kaybetmeyelim!..-Olabilir de, ben özel bir marka getirtiyorum abi, sen de bir dene.-Neymiş.. Biz de alalım...- (Burada, marka veriliyor. Biz ‘reklama girmesin’ hassasiyetiyle o bölümü “bip”liyoruz!..)•Ya, işte böyle... İster inanın, ister inanmayın...“Derinlerden” gelen “konuşma metni” bu!..Böcek’ten çıka çıka bu çıkmış!...“ ‘Kısa kısa’ sütununa bile manşet olmaz oğlum bu!.. Böyle malzeme mi olur!.. Haber bunun neresinde!..” filan dedik de “derin” mahfile...Aynen şu hâzin karşılığı verdiler: “Ne yapalım kardeş, oralarda daha ciddi bir mesele üzerinde durulmuyor ki!.. İstersen, sekreterle sayın Hacaloğlu arasındaki ‘Bir kaşarlı tost söyle kızım, bir de vişne suyu’ muhabbeti var!.. Talihine küs, çarşaf açılımından filan bahis olsaydı, belki işine yarardı!..”•Bu sıkıntı arasında, amma matrak mevzu!..Ya, kardeşim bin kez yazdık; CHP’ye böcek koyan adama “ahmak” derler!..Ya ne bulacaksın orada; ne konuşulacak?..Bir parti işte, üç beş çarşaflıdan da oy gelirse... Anamuhalefet konumu, mevcut başkan yaş meselesinden dolayı iş göremez duruma düşünceye kadar sürdürülebilirse... Bereket versin!...Yoksa, CHP’den çıkacak haberin ne kıymeti harbiyesi olabilir ki!..Bakın; o Vali ile Önder Sav arasındaki görüşmenin dökümünü bile pek önemsememiştik.Şöyle sürmanşetin yanlarından bir yerlerden ufacık bir kutu ve mini mini minnacık bir devam faslı... Hepsi buydu...Lâkin, ne zaman ki, Baykal ve arkadaşları meseleyi “Cumhuriyet tarihinin en büyük skandalı!” olarak göstermeye kalkıştı...Ve de, medyadaki “dönme”lerle “embesil”leri yanına aldı...Ondan sonra, gündeme oturdu mevzu... Ve biz de, ortalık bu kadar karışmışken şöyle bir ilgilendik işte!..Yoksa... CHP dinlenecek de, oradan kayda değer malzeme gelecek de...Ölme eşeğim!..Yeni yılda daha iyi çalış böceğim!..