24 Kasım 2008 Pazartesi

SON 7 YILINDA YALNIZDI "MUSTAFA"


evet son günlerin sıcak polemiklerinden biride "Mustafa" onu aratmayacak yeni bir polemiğin başlangıcı olabilir eğer bu haber gözden kaçmaz ise......................
http://edebiyatcafe.blogspot.com/

Doç. Dr. Koçak, Atatürk'ü anlattı: 1930'larda İnönü'nün otoritesi rahatsız etti. Çankaya sofraları insanlarla irtibat kurduğu tek yerdi. Gece yaşıyordu."

Fadime Özkan, Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Cemil Koçak'a Atatürk'ü sordu. İşte o röportaj...
Milli Mücadele’nin başarılı bir politikayla kazanıldığını söyleyen Doç. Koçak’a göre Atatürk; hırslı, gerçekçi, ileri görüşlü ve müttefik bulmakta mahir bir politikacıydı. Can Dündar imzalı Mustafa filmi, haftalardır süren tartışmanın tetikleyicisi belki ama toplum bu noktaya çoktan gelmişti aslında. 12 Eylül askeri rejiminin pekiştirdiği tekrarcı, katı Kemalizm, bıkkınlığa yol açmıştı. Dündar da, tek boyuta sıkıştırılan Atatürk’e insan olarak bakmanın, Kemalizm’i yeni bir forma taşımanın yolunu arıyordu ama hayli ağır eleştirilere maruz kaldı. Oysa filmde yeni bir şey yoktu! Sadece, dar bir çevrede bilinen kimi gerçekleri, bir kitle sanatı olan sinema aracılığıyla yaygınlaştırmaya teşebbüs ediyordu! Ancak, onca tepkiye rağmen filmin gişe rekoru kırması, toplumun gerçeği bilmek istemesi demek olsa gerek. Biz de yakın dönem siyaset tarihi uzmanı, Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Cemil Koçak’a kuruluş yıllarında neler olup bittiğini, Atatürk’ü ve hakkında merak edilenleri sorduk. http://edebiyatcafe.blogspot.com/
Mustafa filmini nasıl buldunuz? Tarihçiler açısından filmde yeni bir şey yok. Atatürk’ün sigara içtiği sahneden ya da sofrada bir kadeh rakı olsa kimsenin dikkatini çekmeyecekti. Bu kadar eleştiriye neden olması şaşırtıcı ama anlaşılan, var olan bilginin bu kadarının bile kamuoyuna açıklanması istenmiyor. Atatürk konusunda kullanılan süzgeç Türkiye’de dönemden döneme değişiyor. Eskisinden farklı olarak bugün kullanılan süzgecin delikleri hayli küçülmüş. Eleştirilerin setliğinin asıl nedeni bu. Mustafa filmi bana göre Kemalizm’in dışında ama nihayetinde Kemalist bir filmdir. Artık insanlar zaaflarıyla seviliyor hatta bu daha sıcak kabul görmeyi getiriyor. Biraz da bıkkınlık veren o katı Kemalizm’i kırıp Atatürk’ü yeniden kurgulama, yeni bir forma taşıma ihtiyacı okuyor musunuz arka planda? Zamanla bütün eski formatlar o kadar dar kalıyor ki, yeni koşullarda bir iç değişim zorunlu hale geliyor. Evet, Mustafa filmi bu iç dönüşümün iyi bir örneği olarak görülebilir. Atatürk ve dönemle ilgili bilgiler neden hep bir filtreden geçiriliyor? Gerçeği tüm çıplaklığıyla bilmek Atatürk’e ve Cumhuriyete sevgimizi bağlılığımızı azaltır diye mi düşünülüyor? Bu, kalıplaşmış bir ideolojinin yıpratılmasına izin vermeme mücadelesi. Bu kalıp düşünce yıpransa bile belki de hiçbir şey olmayacak. Bilemiyoruz, hiç denemedik. Atatürk her şeyin ayakta kalabilmesini sağlayan yegâne harç olarak görülüyor. Oysa böyle bir endişeye gerek yok. 12 EYLÜL ATATÜRKÇÜLÜĞÜ TERS TEPTİ Mustafa filmiyle başlayan Atatürk ve kuruluş yılları tartışması sağlıklı yürüyor mu? Biz de hiçbir tartışma prensip olarak sağlıklı yürümez. Bu da yürümüyor. Tartışıyor olmamız bir sağlık işareti sayılmaz mı? Evet, ama Asım Us’un günlüğünde bir paragraf var. 1938’de Atatürk öldüğünde İsmet Paşa Çankaya’da Atatürk’ten sonra ne yapılacağını konuşmak için dönemin önde gelenlerini topluyor. Diyor ki; “İngilizler tuhaf bir millettir. Büyük adamlar ölünce olumlu, olumsuz yönlerini hemen yazarlar.” Kastettiği Atatürk. Ama o politik konjonktürde bunun yapılabilmesinin imkânı yok elbette. Ya sonra? Atatürkçülük, Cumhuriyetin ilk zamanlarından 12 Eylül’e kadar ortak bir paydaydı. Bütün politik pozisyonlar içten ya da siyasi taktik olarak kendilerini, Kemalist ideolojinin ve politikanın bir yerine oturtmak için uğraşırdı. 80 askeri darbesi, katı Atatürkçülük anlayışıyla herkesin içselleştirdiği bu davranış modelinin sonunu getirmiştir. Paradoksal olan budur, Atatürk ve Atatürkçülük toplumda daha sıkı paylaşılsın istenirken, Atatürkçülükten savrulmaya neden olmuştur. Birbirinden farklı ve hatta uzak pek çok ideolojik politik pozisyon, kendini meşrulaştırmak için Atatürk’ü referans gösteriyor. Herkesin kendine göre bir Atatürk’ü var yani. Atatürk hangisi? Hepsi mi, hiç biri mi? Nasrettin hoca gibi cevaplayayım, herkes haklı. Çünkü hakkı olmasa da, herkesin kendi siyasi pozisyonuna ya da gönlüne göre bir Atatürk portresi çizme imkânı var. Lenin hakkında sınırlı sayıda farklı portre çizebiliriz ama kimse “Lenin komünist gibi görünüyordu ama aslında gönülden kapitalistti” diyemez. Bir ideoloji göreli olarak ne kadar katıysa, farklı portreler çıkarmak o kadar az mümkündür. Fakat Atatürkçülük o kadar eklektik ve pragmatik ki, slogan düzeyinde söyleyebildiği ilkeyi de değiştirebiliyor. 1923’te İzmir İktisat Kongresinde “ekonomik anlamda liberaliz” diyor Atatürk. Herkes liberaliz zannediyor. 1930’da Serbest Fırka kurulduğunda, bir de bakılıyor ki devletçi olunmuş. CHP’nin önde gelenlerinden Ahmet Ağaoğlu “Hayretle karşıladım. Halk Partisi olarak kendimizi liberalin liberali görüyorduk. Nerden çıktı bu şimdi” diyor. O yüzden herkes kendisine 1918’den 1938’e kadar geçen 20 yıl içinden Atatürk’ün yaptığı, söylediği, heveslendiği, amaçladığı, hedeflediği hatta aklından günlünden geçirdiği ne varsa seçip alabiliyor. “HIRSLARIM İDEALLERİM VAR” Atatürk duruma göre konuşup pozisyon alıyordu, bu ona geniş bir hareket alanı açıyordu. Politik pragmatizm bu ama neden hiç vurgulanmıyor? Bizde politika ve politikacı tabiri toplum düzeyinde pejoratif (aşağılayıcı) bir anlam taşıyor. Atatürk’e bu algı içinden bakmak onu da pejoratif alana çekmek olur. Benim iddiam Atatürk’ün politikacı olduğudur ancak ben, Antik Yunan’daki anlamıyla kullanıyorum. Antik Yunan’da politika çok erdemli ve değerlidir. Bence Atatürk, kendisiyle birlikte siyasi mücadeleye katılan grup içindeki en yetenekli ve becerikli politikacıdır. Milli mücadeleden önceki dönem için bunu söyleyemeyiz ama. Neden söyleyemeyiz? Böyle bir alan bulamıyor çünkü. Milli mücadeleye kadar bütün gençliği, politik arenaya çıkıp yetenek ve becerisini gösterebilmenin kapısını aramakla geçiyor. Ama 1918’e kadar bütün kapılar suratına kapanıyor. “Büyük hırslarım ideallerim var ama Sofya’da tıkıldık kaldık” mektubundaki gibi bir gençlik bunalımına yol açıyor bu. Diğerleri gibi İttihatçılar içinde yükseleyim diyor, önünü kapatıyorlar. Askerlik yapayım diyor, aynı şey oluyor. Enver’in yaptığı gibi padişahın kızını alabilirsem harbiye nazırı olabilir miyim, diyor, yine olmuyor. Fakat tüm bu talihsizlikler Mustafa Kemal’in hayattaki en büyük talihi olmuş. İttihatçı olaylarına karışsaydı Samsun’a gidemezdi çünkü. Talihi 1918’te açılıyor ve ondan sonraki bütün hayatı; politika nasıl yapılır, nasıl öngörüde bulunulur, alternatif planlar nasıl üretilir, uygulanırın cevaplarını gösteriyor. Ama ta başından beri kafasında bir hedef vardı, değil mi? Mücadelenin lideri olma, meselesi vardı. Kendisi olmazsa mücadelenin kazanılması ihtimali yok gibi. Evet hırslı. Kendisi de “İdeallerim ve hırsım var” diyor zaten. Fakat ideal ve hırs tek başına yeterli değil. Gerçekçi biri olarak görüyor ki, müttefik hem de çok farklı kanatlardan müttefik lazım. Müttefikleri arayıp bulmak bir politikadır. Onun için de her gelen müttefike ayrı ayrı konuşuyor. Bir süre sonra inandırıcılık sorunu doğurmuyor mu bu tutum? Hayır, çünkü geniş bir hedefler manzumesi sunmuyor kimseye. Herkesin ortak olarak var olabileceği basit bir hedef sunuyor. Hedefini küçültmese ya da genişletse o ittifak hemen dağılacak. 1922’de 23’te olacak şey 1919’da başına gelecek, bunu iyi biliyor. İşte, politikacılık bu! Önemli bir politikacı yönü daha var: Kendi siyasi pozisyonunu mümkün olduğunca güçlendirirken, karşı tarafın pozisyonunu mümkün olduğunca zayıflatıyor. İşgal kuvvetleri arasındaki anlaşmazlığı görüp üzerine gidiyor ve blok halinde hareket etmelerini engelliyor. Amerikalılarla, Fransızlarla, İtalyanlarla, İngilizlerle farklı konuşuyor. Sovyetlerle de farklı konuşuyor. Bunu 1923’ten sonra da bütün politikalarında uyguluyor. OTORİTERLİKSE OTORİTERLİK Cumhuriyet tarihimizde laiklik ve demokrasi arasında tercih yapılabilir gibi bir pratik var. Atatürk’ün demokrasiye bakışı neydi? Diğer Jön Türkler gibi Atatürk de modern Avrupa’ya baktığında demokrasiyi değil uygarlığı görüyordu. Biz bugünkü dünyaya bakarak diyoruz ki çağdaş olmak için mutlaka demokrasi gerekir. Oysa bu 2. dünya savaşından sonra çıkmış bir teori. Öncesinde böyle bir şey yok. Japonlar Amerika’ya savaş açıp tekme tokat atarken modern değil miydi? http://edebiyatcafe.blogspot.com/ Modernlerdi, aynı zamanda da otoriter! Atatürk’ün bakışı da şuydu; İngiltere gibi olursa ne ala ama olmazsa da önemli değil. Önemli olan uygarlık çizgisini yakalamak, bunu hangi araçlarla nasıl yakalayacağımız. Otoriterlikle olacaksa da otoriterlikle. Ama demokrasi arayışı sürüyor, kendisinden ‘diktatör’ diye bahsedilmesinden rahatsız oluyor… İsmet Paşa diyor ki hatıralarında, “Atatürk Serbest Fırka macerasından sonra bu konuyu bir daha hiç açmadı. Bu hülyadan vazgeçti”. Atatürkçülük ideolojisi niçin bu kadar hızla otoriterleşebiliyor, sorusunun arka planında bu var. Bir fantezi tabi ama Atatürk’ün politik pragmatizmine bakıp, Atatürk yaşasaydı şu sorunu şöyle çözerdi gibi bir çıkarımda bulunmak mümkün mü? Hayır. Spekülasyon olur. HANGİ SORUN ÇÖZÜLMÜŞ Kİ Ama mesela Kürt meselesinde İnönü’nün baskıcı politikasından rahatsız olup Bayar’a Şark Raporu hazırlatılıyor, ılımlı yaklaşmak gerektiğini düşünüyor. Bu onun çözüm için politika değiştirebildiğini de göstermez mi? Bir kere şunu kabul edelim. Bugünkü sorunlarımızın geriye doğru gittikçe katmerleşiyor. Kaynakları hep o dönemde. Ama şunu da sormalıyız: Atatürk ve İsmet Paşa döneminde bu ülkenin hangi sorunları çözülmüş? “Demir ağlarla ördük yurdu” denir 10. yıl marşında ama demiryolu sorunu çözülmüş mü mesela. Siyasi meseleler zaten donmuş kalmış ama ulaşım sorunu, alt yapı, limanlar, sosyal meseleler, tarım meselesi çözülmüş mü? Cumhuriyet döneminde çözülen sorun yok mu hiç? Var, trahom, sıtma, verem, gibi bulaşıcı hastalıklar çözülmüş. Çözen de Sağlık Bakanı Refik Saydam. Bugün nüfusun yüzde 10’nun AİDS olduğunu düşünün, frengi o derece yaygın. Saydam, bu acil hayati sağlık sorunlarını büyük ölçüde çözüyor. Daha sonra Atatürk ölüp İnönü cumhurbaşkanı olduğunda o da Başbakan oluyor ve Mecliste yaptığı ilk konuşmada “Arkadaşlar” diyor, “Bilesiniz, memlekette her şey a’dan z’ye bozuk”. Enkaz devraldık, diyor yani! Evet, enkaz edebiyatı öyle başlıyor Türkiye’de. Önceki kabinenin bir üyesi, yeni başbakan olarak sorunu tespit ediyor ve “düzeltmeye çalışacağız” diyor. TÜRKLEŞTİRMENİN ARDINDA TARİHİ TECRÜBE VAR Atatürk ulus devleti inşa ederken, Vecdi Gönül’ün sözlerine yansıyan böyle bir etnik elemeyi, benzeşmeyi en başında istemiş miydi? Ayrıca; Atatürk Selanikliydi, kurucu kadro çoklukla eski İttihatçılardan oluşuyordu ve onlar da çoklukla Balkan kökenliydiler. Farklı kökenden olanların Anadolu’yu Türkleştirmesini nasıl açıklamak gerekir? Bir kere modern bir ideoloji olan milliyetçilikle karşılaşmak için modern bir devlette yaşamak lazım ya da Batının fikirlerinin Türk ve Müslüman coğrafyaya aktarıldığı modern okullarda okumak. Bu da Osmanlının Balkanlar ve Kafkaslar tarafında oluyor. İmparatorluk içeriye doğru çöktükçe herkes içeriye kaçıyor. Dört bir taraftan gelmiş etnik olarak Türk olmayan hatta çoğu Türkçe konuşmayan grupların tek ortak özelliği Müslüman olmaları. Türklük de bu Müslüman topluluğun üzerine bina edilen bir şey. Türk olmanın iki belirleyeni var, Türkçe konuşacaksın, Müslüman olacaksın. Burada bir paradoks yok mu? Rumlar, Ermeniler Müslüman değil ama Türkçe konuşuyor, bu topraklarda yerleşik. Kurucu iktidar hem hilafeti kaldırıyor hem de Müslüman olmayanlara karşı ayrımcı bir politika geliştiriyor; kökeni Türk olmayan Türkçe konuşmayana Türksün diyor öte yandan Türkçe konuşan Ermeni ve Rum’u dışarı itiyor… Aynen böyle oluyor. Toplum ve iktidar bu konuda şunun için ittifak halinde: Buraya gelenlerin büyük kısmı da yerinden yurdundan edilmiş. Kafkaslardan Balkanlardan Adalardan gelmiş. Her şeyini orada bırakmış. Bu toprak parçası onlar için artık tırnaklarıyla korunması gereken bir yer. Ama geldikleri zaman görüyorlar ki, kendilerini oradan atmış olanların dindaşları burada! Buradaki rövanş duygusunu haklı görmesek de, anlamaya çalışmamız lazım. Acaba aynı şey bir daha olabilir mi diye düşünülüyor. Bunu bir kere yaşayan biri, bir daha asla yaşamak istemez. Bunu kimse göze almaz. Bu politikanın ardında psikolojik refleks var o halde? Sadece psikolojik değil. Sadece Anadolu’da değil Balkanlarda Kafkaslarda her yerde canhıraş bir şekilde hayatta kalabilmek için uğraşılıyor. Buralar Avrupa’daki stabilizasyon sağlandıktan sonra stabilizasyonu sağlanamayan son toprak parçaları. Bugün bile sağlanamıyor. “Bizi oradan kovdular, kovarken yalnızca Bulgar köylüsü değil, Rus çarlığının askerleri de vardı”. Bunu gördüler. Bu senaryoyu bir kez gördükten sonra bir daha bu insanların birada yaşayabilmeleri çok zor. ATATÜRK AYDINLANMACIYDI Atatürk’ün bir ideolojisi var mıydı, dine bakışı neydi? Atatürk’ün birleştirici bir figür, harç görüldüğü bir İslam toplumunda söylemek kolay değil ama Atatürk’ün dinle bir ilgisi olduğu kanısında değilim. Atatürk’ün ve Atatürkçü ideolojinin asıl arzuladığı şey dinin emrettiği her şeyden azade olmuş bir toplum. Bu da 19. yüzyılın aydınlanma felsefesi demek. Aydınlanmacılara göre din zımbırtıdır, ilkel insanlara mahsustur. İnsanlık bilim eğitim ve aydınlanma sayesinde bir gün öyle bir hale gelecek ki dine gerek kalmayacak. Atatürk de böyle mi düşünüyordu? Aynen böyle düşünüyordu. Atatürk aydınlanmacıydı. İsterdi ki Türkiye’nin büyük kısmı aydınlanma felsefesine inansın, ona göre yaşasın. Onun da dinle ilgisi çok zayıftır. DİNE HAYLİ UZAKTI Ateist miydi? Bilmiyorum. Ama gençliğinde Ali Fuat Cebesoy bir kitap vermiş Ruh ve Madde diye. O zamanki ateistlerin popüler el kitaplarından. Atatürk de altını çizerek okumuş, etkilenmiş. Hatıratında var, bugün de okudum, bu gün de, diye. Ama o kitaptan ne çıkardı, dine değilse de var oluşa inanıyor muydu, bilmemiz mümkün değil. Balıkesir hutbesi, dini referanslar, Meclis’in Cuma günü duayla açılması… Bunlar ne peki? Bunlar hep politika. Atatürk’ün dine ilgisinden değil o dönemin gereklerine göre uyguladığı politikalar. Yoksa ben Atatürk’ün dine hayli uzak bir kişi olduğu kanısındayım. MUTSUZ VE YALNIZ Atatürk’ün son dönemde yalnız mıydı gerçekten, psikolojisi nasıldı? Filmde Çankaya’ya sıkışmış, bunalan, neredeyse depresyona girmiş birini görüyoruz. 1930’da Serbest Fırkadan sonra Atatürk, İsmet Paşa’nın yükselen otoritesinden bir miktar rahatsız olmakla birlikte belki sağlık belki psikolojik yorgunluk nedeniyle bilemiyorum, büyük ölçüde günlük politikadan kendini sıyırmaya çalışıyor. Çankaya’daki akşam sofraları hayatla, insanlarla irtibat kurduğu tek alan haline geliyor. Böyle olduğu Türk İnkılâp Enstitüsünün yıllar önce yayınladığı Atatürk’ün Nöbet Defteri’nde de görülebilir. O defterde bir oynama yoksa evet, Atatürk son 7 yılını yalnız geçiriyor. Gelen gidenler var fakat hep aynı kişiler. Dışarıya çıktığı pek yok. Hayatı gündüz değil akşamüzeri ve gece yaşıyor. Depresyon mudur bilemem, böyle bir kırılma olmuş hayatında. Ve böyle yaşamaktan memnun değildi. Geriye çekilmişlikten, bir miktar İsmet paşanın onu oraya hapsetmeye çalışmasından, hep aynı kişilerle aynı şeyleri konuşmaktan da rahatsız. Kolay arkadaşlık edilen biri miydi peki? Muhtemelen çok zor bir kişilikti. Atatürk’le ister çok samimi olsunlar ister kavga etsinler herkesin söylediği şey de, fikirsel ya da kişisel ilişki düzeyinde olsun Atatürk’ün geçinilmesi kolay biri olmadığı. Eleştiriye ne kadar açıktı? Bütün liderler gibi, kendi fikrinin ve yaptığının tek doğru olduğuna samimiyetle inandığı için eleştiriye tahammülü pek yoktu. Pişmanlıkları var mıydı? Muhtemelen. Eski arkadaşlarıyla siyasi anlaşmazlıklar nedeniyle ilişkilerin yıpranmış olmasından muhtemelen üzüntü duyuyordu. “BENİ HATIRLAYIN” Unutulmakla, hatırlanmamakla ilgili bir endişesi var sanırım Atatürk’ün… Bu galiba Atatürk’te çok içselleşmiş bir şey. Birkaç tane bunu gösteren sahne var. Cumhuriyetin 10. yılında “Şimdi çok sevinçli olmam lazım ama bir şey hissetmiyorum. Niye böyle oldum acaba” diyor, kendi ruh halinden ürküyor. Arkadaşlarına da “Bana yardımcı olun da o coşkuyu hissedeyim” diyor. Bu çok önemli bence. “Beni hatırlayın” cümlesi de öyle. İnsanlar yaşları ilerledikçe, acaba öncekilerden bazıları gibi ben de unutulur muyum, diye düşünür. Beni hatırlayınız, derken aslında bize “Ben bir şeyler yaptım. İdealimi ve hırsımı yerine getirdim, ne derseniz deyin ama beni hatırlayın. O da öyle bir devirdi geldiii geçtiiii deyin” gibi bir şey demek istiyor galiba. Atatürk gibi, bir milletin tarihinde çok önemli bir yer tutan birinin böyle düşünmesinin tek nedeni bu mu? O Çankaya’ya sıkışırken İnönü’nün otoritesinin yükselmesi de etken olabilir mi? Onun elbette bir siyasi tecrübesi var, ama tarihsel bilgisi de var. Bütün firavunlar hatırlanıyor mu ki. Bence çok insani bir şey bu. FİKRİYE HANIMA GERÇEKTEN ÂŞIKTI Atatürk, Fikriye Hanımı gerçekten sevmişti değil mi? Ben Fikriye Hanıma âşık olduğunu düşünüyorum. Gerçekten evlendiler mi bilmiyorum. Hıfzı Topuz’a sorarsanız nikâh kıyılmış. Ama nikâh belgesi bulunmuş değil. Muhtemelen ona gerçekten âşıktı, vicdanen çok şey borçlu olduğunu düşünüyordu. En zor zamanlarda Fikriye yanındaydı çünkü. Herhalde Fikriye onun hayatında bir dramdı. Ölümüyle ilgili de ekstra bir yük olabilir mi Atatürk’ün sırtında… Bu maceranın bu şekilde, sonuç olarak bir skandalla bitmiş olması da öyle zannediyorum onu kişisel olarak çok yıpratmıştır. ROMANTİK MİYDİ? Romantik bir erkek miydi Atatürk? Bunu anlayabilmek için Can Dündar’ın okuma fırsatını bulduğu bizim henüz göremediğimiz kendi el yazmalarını sansürlenmemiş haliyle görmemiz lazım. Bir de onunla birlikte olan kadınların ağzından öğrenebiliriz. Yoksa bilemeyiz. Mustafa filminde de var: Atatürk Sofya’ya giderken trende Madam Corinn’e yazdığı mektupta “…kollarında geçirdiğim gecenin mutlu hatırasıyla…” diyor. Yıllar sonra Çankaya’daki bir sofrada udi, bir aşk şarkısı söyleyince ağlıyor. Bunlar romantik olduğunun göstergesi sayılmaz mı? Bunun gibi pek çok örnek bulmamız lazım ki bir saptamada bulunabilelim. Mesela Fikriye hanımın anıları olsa elimizde…ama yok. İLİŞKİLERİ YAZILMADI Peki, Madam Corinne, Fikriye ve Latife Hanım dışında hayatına giren kadınlarla ilgili ne biliyoruz? Cumhurbaşkanı olduktan, Latife Hanımdan sonra da hanımlarla ilişkisi devam etmiştir elbette. Bunları yakın çevresi biliyor ama hiç yazılmadı. Muhtemelen, nikahsız bir ilişki, faul, diye düşünülüp daha o zaman elendi. Bunlar gönül ilişkileri mi yoksa… Ne kadarı gönül ilişkisi, ne kadarı filmde söylendiği gibi çapkınlık, onu da pıt diye söyleyemem. ‘İMAJ MAKER’I VAR MIYDI? Çok şık giyiniyordu Atatürk. Bunu nasıl başarıyordu, bir imaj makerı var mıydı, modayı nasıl takip ediyordu, kıyafetlerini nereden getirtiyor ya da kime diktiriyordu? Bu dönemin bazı insanları uygarlığın getirdiği bütün değişimi bizzat yaşamak istiyor. Atatürk de, Batı olarak sadece, yakın vakte kadar Osmanlının vilayeti olan Sofya’yı gördü. Ki Sofya Avrupa’nın taşrasıdır. Ama uygarlığa ait şeyleri çok hızlı öğreniyordu. Kıyafetleri kendi seçimiydi, ısmarlayarak yaptırıyordu. Beyoğlu’nda terzisi, ayakkabıcısı, gömlekçisi vardı. Muhtemelen moda dergilerinde görüp kendisi beğeniyordu modelleri. Ama onları uyumlu kullanmasını sağlayan ince bir zevki vardı. ABDÜRRAHİM TUNÇAK GERÇEK OĞLU MU? Atatürk’ün manevi oğlu Abdürrahim Tunçak’ın biyolojik oğlu olduğu yönünde bir dedikodu var. Tunçak da kendisine sorulduğunda “Bu sır benimle mezara gidecek” diyor. Siz ne biliyorsunuz? Hiçbir zaman bilmeyeceğimiz şeylerden birisi de bu. Sarih bilgi bırakmadıkları için hep spekülasyon olarak kalacak. Baba, bir şey söylemiyor. Anne yok. Evlat, normal koşullarda ‘nerden çıkardınız böyle bir şeyi’ demesi gerekirken demiyor ama tekzip de etmiyor. Peki. Ama burada tarihi açıdan kafa karıştıran şu: “Bitlis cephesine giderken gördüm, 5, 6 yaşındaydı. Evlat edindim eve getirdim” diyor Atatürk. Bekâr bir subay ve hayatında, ev diye bir şey yok. O vakte kadar kışlada geçmiş bütün ömrü. Hem niye oradaki yüzlerce binlerce yetim çocuk arasından birini evlat ediniyor. Bunu yapan başka bir komutan da yok. Tamam, diyelim ki hikâye doğru. O zaman da şu var: Abdürrahim Tunçak’ın kızı, babasının bebeklik fotoğrafını gösteriyor. Evlat edinildiği yaştan çok önce Atatürk’ün evinde çekilmiş. Fotoğraftaki Tunçak ise hikâye birden yanlışlanıyor. Ama kesin bilgi olmadığı için her şey tevatür oluyor. “BU BİZİM PEDER DEĞİL” Atatürk’ün uşağı Cemal Grada anılarında Atatürk’ün “Ben de babamı tanımıyorum” dediğini söylüyor. Bu ne demek? O da şuradan kaynaklanıyor: Ali Rıza beyin elimizde tek fotoğrafı var. O fotoğrafla ilgili olarak Falih Rıfkı Atay, Çankaya’da diyor ki, “Bu fotoğrafı, bir grup fotoğrafı içinden Ali Rıza Bey bu diye, kesip büyütüyorlar. Atatürk’e “Babanızın fotoğrafını bulduk, budur” diyorlar. Atatürk de bakmış “Bu bizim peder bey değil” demiş”. Başka da fotoğrafı yok. Baba, Atatürk’ün ifadesiyle kendisi 7 yaşındayken ölmüş. Fakat Atatürk’ün hangi tarihte doğduğunu nasıl bilmiyorsak babanın da tam olarak hangi tarihte öldüğünü bilmiyoruz. Babanın 1883 ila 1888 arasında öldüğüne dair bir vesika gördüm ben. Atatürk babasını 7 yaşında kaybettiğiyse ve Ali Rıza Efendi de daha erken öldüyse Atatürk’ün yaşı büyümüş, 1881’den önce doğmuş oluyor. Doğum tarihi olarak 1881 nasıl sabitleniyor peki? 1939 tarihli Genelkurmay Harp Tarihi kitabında yer alan Atatürk’ün biyografisinde “1880’de doğmuştur” deniyor. Anladığım kadarıyla Atatürk’ün hicri tarihli doğum tarihi yeni takvime çevrilirken 80 ya da 81 olabiliyor. Ama 1881’e nasıl fiske edildi, bu ilerideki araştırma konum olacak.
Star gazetesi

Hiç yorum yok: