21 Mart 2009 Cumartesi

Seçim kartındaki hadis sahih çıkmadı

Zaman Gazetesi'nde bugün yayınlanan haberi okuyucularımızın görüşlerine sunuyoruz

Seçim kartındaki hadis sahih çıkmadı

CHP İstanbul Büyükşehir Belediye başkan adayı Kemal Kılıçdaroğlu'nun "Peygamber Efendimiz'in sözü" diye çıkartma kartına yazdığı söz sahih çıkmadı. Hadis uzmanları, CHP'lilerce vatandaşlara dağıtılan kartın üzerinde yer alan "Adaleti çiğneyen devlet adamlarını cezalandırmayan milletler çökmek zorundadır." ifadesinin kayıtlarda yer almadığını belirtiyor.
Hadis-i şeriflerde adalet ve adaletli yöneticilerin önemli bir yer tuttuğunu vurgulayan Marmara Üniversitesi öğretim görevlilerinden Prof. Dr. İsmail Lütfü Çakan, bugüne kadar kayıtlarda böyle bir hadise rastlamadığını dile getiriyor. Hadis uzmanı Prof. Dr. İbrahim Canan da "Lafız olarak böyle bir hadis hatırlamıyorum." diyor. Uzmanlar, Peygamberimiz'in adalet ile ilgili "En faziletli cihat zalim bir idarecinin yanında ona adaleti söylemektir.", "Kıyamet gününde hiçbir gölgenin olmadığı bir günde Allah'ın gölgesinde gölgelenecek olan adil hükümdardır." sözlerinin bulunduğunu belirtiyor. Hz. Ömer'e ait "Adalet mülkün temelidir" sözüne de dikkat çeken hadisçiler, CHP'lilerin seçmene dağıttığı kartlarda yer alan ifadenin, bu sözlerden derlenmiş olabileceğini vurguluyor.

Zaman

Çıkanlar ve batanlar: Hasan Cemal ve Ertuğrul Özkök

Er - Gene - Kon konusunda uydurma diyen Ertuğrul Özkök'e Ali Bayramoğlu fena giydirdi.
Çıkanlar ve batanlar:

Hasan Cemal ve Ertuğrul Özkök


Balbay günlüklerini tersten doğrulayan bir gelişme Cumhuriyet Gazetesi'nden amiyane deyişle "tık" çıkmamasıdır.
"Tık" sesi gelmeyen başka bir yer, başka bir köşe de Ertuğrul Özkök köşesidir.
Bir zamanlar okurlarını Hrant'ın katilleriyle empati kurmaya davet eden Özkök tutarlı davranmaya devam ediyor.
Balbay günlükleriyle ilgili tek satır yazmadığı gibi, dün Milliyet Gazetesi'nin verdiği "pas" üzerine, "Dink şemaları çöktü, o zaman bütün belgeler sanal olmasın, Ergenekon da uydurma olmasın" anlamına bir yazı kaleme almıştı…
Dink cinayeti şemalarıyla ilgili dün gerekeni söyledim, tekrara gerek yok…
Resmi yalanlama gerçeği örtmez; Özden Örnek günlükleri ne kadar gerçekse Dink şemaları da o kadar gerçektir….
Ama şu açıktır ki, Doğan Medya Grubu'nun yayın politikalarında suçu ve suçluyu gizleme, tahrif etme, üstünü örtme, karalama eğilimi Özkökgiller üzerinden alabildiğine devam ediyor…
Kafatasları çıkıyor Silopi'deki kuyularda, darbe planları ortaya dökülüyor, bu "grubun yayın müdürleri" hâlâ kimi vahim belgeleri "ellerine bile almadan" sahte ilan etmeye, resmi açıklamaları hiç sorgulamadan doğru kabul etmeye soyunuyor, kemik parçalarını görmezden gelmeye devam ediyorlar…
Ahlak ve meslek etiği açısından boğazlarına kadar krize batmış, gruplarını ekonomik ve politik açıdan ağır biçimde krize sokmuş durumdalar.
Köşeme şu notu düşmüşüm birkaç hafta önce, 2002'den bugünlere uzanan çizgiyi anlatırken:
"Reform projesi etrafındaki ittifak çözüldü. Değişim cephesi kan kaybetti. Direnç cephesi ise güç kazandı. Çözülmedeki kritik nokta 2007 cumhurbaşkanlığı seçimidir. Doğan Medya Grubu ve diğerleri o kritik andan itibaren yer değiştirmeye başlamışladır. Gül'ün adaylığına karşı çıkmışlar, başörtüsü sorununu yeniden bir mesele haline getirmişler, 27 Nisan Muhtırası'nı desteklemişler, sivil anayasa girişimini rejim krizi havasına sokmuşlar, kapatılma davasına destek vermişler, en önemlisi derin devletten darbecilere, silahlı ve örgütlü direnç yapılarına yönelik Ergenekon soruşturmasını sıradanlaştırmaya, hafifletmeye yönelmişlerdir…"
Aynı politikaya devam ediyor Özkökgiller, "özellikle Ergenekon konusunda", üstelik çok zayıf, her geçen gün daha da zayıflayan imkanlarla, gerçeklerin üzerine gidenleri intikamcı olarak suçlama zırvalarıyla…
Bu anlayışın yaşadığı ahlaki çöküşle Ergenekon enkazının tümüyle altında kalacağı gün çok uzak değildir…
Hasan Cemal'den sık söz ediyoruz…
Özkökgillerin ortasında dimdik duruyor, sözünü sakınmadan…
İşte size iki farklı gazetecilik:
Birincisi için, Özkökgiller için türlü günlükler, şemaların varlığına işaret etmek ön yargı, kin duygusu, intikam hevesi anlamını taşıyor…
İkincisi ise bunlar arasında gazeteciliği ve ahlakı tarif ediyor.
Özkök'ün Ergenekon sanal olmasın dediği gün, yani dün, Hasan Cemal şöyle diyordu:
"Balbay günlüklerinin bir boyutu daha var önem taşıyan:
Medya...
Bu konuda bazı düşüncelerimi satır başlarıyla özetlemek istiyorum.
(1) Balbay günlükleri haberin Allah'ıdır.
(2) Böylesine büyük bir haberi tümüyle görmezlikten gelmenin gazetecilikte yeri yoktur.
(3) Balbay günlüklerini yok sayan medya yöneticilerinin gazetecilik dersinden alacakları not sıfırdır.
(4) Balbay günlüklerine burun kıvıran ya da haberi kerhen, yasak savarcasına gören gazete yöneticilerinin notu da kırıktır.
(5) Gazeteci milletini de bağlar hukuk. Ama hukukçu değildir gazeteci! Bazen kamu yararı öylesine ağır basabilir ki, bedelini ödemeyi göze alır ve yürüyüp gider gazeteci, eğer gerçekten gazeteciyse..."
Tarihi hangi eğilim yazsın…
Tercih sizin…

yeni şafak

16 Şubat 2009 Pazartesi

MEDYA PATRONLARINA ZOR SORU!

'Kendimi görüşülen patronun televizyonları ve gazetelerinde yazan-çizen, yayın politikalarından sorumlu olan insanların yerine koyuyor ve irkiliyorum.' Yeni Şafak'tan Fehmi Koru yazdı...
Sırada kimler var?
Acaba Jandarma Genel Komutanlığı'nda görüşmeye çağrılan patronlar arasında Yeni Şafak'ın sahibi veya yayın yönetmeni veya Ankara Temsilcisi de var mıdır? Var ise, komutanlıkta kendileriyle neler görüşülmüş olabilir? Yok ise, kendileriyle neden görüşülme ihtiyacı duyulmamıştır?
Gazeteleri ve televizyon kanalları da bulunan önemli bir işadamı ile Jandarma'da görevli bazı üst düzey subaylar arasında geçen, Taraf gazetesinin önceki gün metnini yayımladığı görüşme kaçınılmaz olarak bu soruyu akla getiriyor. Elimizde metni bulunan görüşmede, pek çok başka konu yanında, televizyonlar ve gazetelerin yayın çizgisi ve bazı çalışanlarının durumu da gündeme gelmiş...
Patronu kendi çizgilerinde yayın yaptırdığı için özellikle tebrik etmiş askerler; lâfın gelişine göre, aynı patronun cep telefonu şirketinden yararlanmalarına izin vermesinden daha hararetli olduğu anlaşılan bir tebrik bu. Tek üzüldükleri konu, kendilerinin tavsiye ettiği birinin medya grup başkanlığının sona erdirilmesiymiş; itiraz olarak “Bize yılda 9 milyon dolara mal oluyor” denildiği halde o kişinin göreve döndürülmesi için ısrar üstüne ısrar etmişler...
Kendimi görüşülen patronun televizyonları ve gazetelerinde yazan-çizen, yayın politikalarından sorumlu olan insanların yerine koyuyor ve irkiliyorum. Ne kadar 'bağımsız', 'kendi çizgisinden şaşmaz' biri oldukları yolunda bugüne kadar etrafa verdikleri imajı bir düşünün, bir de patronlarının komutanlarla yaptığı görüşmenin günyüzü görmesinden sonra düştükleri durumu...
Patronla görüşen komutanların veya aralarında “Çok nazik biridir” diye hakkında konuştukları genel komutanın Ergenekon Davası sanığı olmaları değil manzarayı çirkinleştiren; Ergenekon sanığı olmasalardı dahi, medya grubunun yayın politikasının Jandarma Genel Komutanlığı çatısı altında belirlendiği bilgisi bile, o gruba ait televizyonlar ve gazetelerde çalışanları herhalde çok rahatsız etmiştir.
Bundan sonra (tabii bundan önce de) yazdıkları her şey, ekrana taşıdıkları her konu -ister istemez- grubun askerle ilişkisine bağlanacaktır.
Acaba bizim patronlarla da görüşmüşler midir, o medya grubunun patronuyla görüşen komutanlar? Bizim gazetenin genel yayın yönetmeni ve Ankara Temsilcisiyle aynı düzeyde bir temas veya görüşme yapmışlar mıdır? Merak bu ya: Acaba ülkemizin en büyük medya grubunun patronuyla da diğer patronla yapılana benzer bir görüşme olmuş mudur?
Jandarma'da patronlarla temasları yürüten kadronun konuklarına hissettirmeden görüşmeleri kayda alma ve bilgi notu haline getirme alışkanlığı sebebiyle, eğer aynı çatı altında başka medya gruplarının patron ve yöneticileriyle de görüşmeler yapılmışsa, o görüşmelerin görüntüleri veya bilgi notları da yakında piyasaya düşecektir demektir...
Bizim patronlarla neler görüştükleri kadar, askerlerin ülkemizin en büyük medya grubunun patronuyla veya yayın yönetmeniyle veya Ankara Temsilcisiyle neler görüştüklerini de merak ederim.
Umarım, görüşme yapılanların hiç değilse birinin aklına basının özgür olduğu, gazetecilerin bağımsızlıklarına düşkünlükleri gelmiş ve kendilerine politik çizgi çizmeye çalışanlara gerektiği biçimde tepki vermişlerdir. Sivillere karşı aslanca sürdürdükleri 'yayınlara karıştırmama' mücadelesini kendilerini hesaba çekmeye kalkışan sivil-olmayanlara karşı neden vermesinler ki?
Bir patron yanlış yaptıysa bütün patronlar da yanlış yapacak değiller ya!
Bakalım merakımı giderecek gelişmeler yaşanacak mı? Ne zaman?
Fehmi Koru / Yeni Şafak

15 Şubat 2009 Pazar

DEMOKRASİLERİN FEDAİLERİ OLUR MU?

Demokrasi düşmanlarının çabalarını önlemek için hukuğun dışına çıkılmalı mı? Ahmet Altan'dan mükemmel bir makale...
et Altan / Taraf
Ölçü
Bizim gazetemizde çalışan herkes benim bilebildiğim kadarıyla demokrat bir anlayışa sahiptir.
“Ben demokrat değilim” diyecek biri çıkmaz aramızdan sanırım.
Ama bu, hepimiz her konuda aynı fikirdeyiz anlamına da gelmez.
Bazen çok ciddi çatışmalara yol açan görüş ayrılıkları da yaşarız.
Yıldıray Oğur, bizim en genç, en parlak yazarlarımızdan biri.
Çok haklı, çok anlaşılabilir bir öfkesi var bu ülkenin insanlarına yapılan haksızlıklar konusunda.
Darbecilerin, çetecilerin bu ülkeyi götürmeye çalıştığı uçurumu gördükçe kızgınlığı bileniyor.
Kendi deyimiyle, “militan” bir demokrat.
Galiba bazen, çok öfkelendiğinde, “militanlığı” demokratlığının önüne geçiyor.
Dün bizim gazetede bir yazısı yayımlandı.
Demokrasi düşmanlarının çabalarını önlemek için yapılacak yasadışı “ortam dinlemelerini” savunuyordu.
Mahkeme izni olmadan yapılan bu tür dinlemeler yasaya aykırı.
Sadece yasaya değil hukuka, hukukun özüne de aykırı.
Hangi “kutsal” amaca hizmet ederse etsin hukuka aykırı davranışların sonunda herkes için önlenemez bir belaya döneceğine inanırım.
Üstelik herkesin inandığı bir “kutsal” değer bulunur.
Güneydoğu’da insanları enselerinden vurup öldüren JİTEM’ciler de bunu “kutsal” bir dava için yaptıklarına inanıyorlardır büyük bir ihtimalle.
Onlara da sorsak, “vatanın bölünmesini önlemek için hukukun dışına çıkmak mubahtır” diyecekler.
Darbecilerin de, Ergenekoncuların da böyle “kutsal” nedenler bulabileceklerine eminim.
Eğer “kutsal” bir dava için “hukukun dışına çıkılmasını” mubah görürsek, bu bizi, kimin kutsalı en doğru, kimin kutsalı en haklı, kimin niyeti en halis gibi fevkalade sübjektif bir tartışmaya götürür.
“İyi niyetle” kötü işler yapılabileceğini kabul ettiğimizde, kendi niyetinin iyi olduğunu söyleyen herkes iç rahatlığıyla kötülük yapar.
Hepimiz kaygan bir zeminde birbirimizin niyetini suçlamaya başlarız.
Çok uzun yıllardan beri bu ülke bu “niyet” çatışmalarının yarattığı kanlı bir zeminde yaşıyor.
Bunu önleyebilmek için “objektif” bir ölçü koymak gerekir.
Bu ölçüyü de herhangi birinin uydurmasına ya da yaratmasına gerek yok.
İnsanlık, binlerce yıllık deneyimlerinin sonucunda hukuk kurallarını bulmuş.
Hukuk, bütün insanlığın ortak ölçüsü.
Amaç, Türkiye’yi de insanlığın ortak ölçülerine saygılı bir devlet ve toplum haline getirmek.
Demokrasi dediğimiz de, bu hukuksal ölçülerin herkese eşit olarak uygulanması.
Hukukun dışına çıktığınızda, demokrasinin de dışına çıkarsınız.
Hukuku inkâr ederek demokrasiye ulaşmaya çalışmak, demokrasiyi inkâr ederek demokrasiye ulaşmaya çalışmak olur.
Demokrasiye ulaşmak için bile olsa, demokrasinin dışına çıkılabileceğini kabul ettiğinizde, “hukuka ve demokrasiye” karşı çıkanlardan ne farkınız kalır?
Yıldıray, “bir darbeyi önleyebileceğinizi bilseniz bile hukukun dışına çıkmayacak mısınız” diyor.
Kabul etmek gerekir ki bu cevabı zor bir soru.
Öyle iç rahatlığıyla verebileceğiniz ezberden bir cevabı yok.
Bu, “çocuğunu öldürmek için kaçıranlardan birini yakalasalar, kaçıranların yerini hemen bulup çocuğunu kurtarmak için işkence yapılmasına karşı çıkar mısın” türünden insanı sıkıştıran bir soru.
Böyle bir soruya nasıl bir cevap verilebilir?
Böyle bir sorunun gerçekçi ve dürüst cevabı nedir?
Benim kişisel olarak dürüst cevabım şu:
O andaki acımla işkence yapılmasını kabul edebilirim belki ama bu, işkenceye karşı çıkmamı, işkencenin yanlışlığını savunmama engel olmaz.
Bunu yapabilirim ama yanlış bir şey yaptığımı da bilirim.
Bu yanlışlığı genel bir “kural” olarak kabul etmem.
Çünkü kendi çocuğumun hayatını kurtarabilmek için birçok çocuğun hayatını tehlikeye attığımı, işkencenin yolunu açtığımı da fark ederim.
Ölçüm, “işkencenin insanlığa aykırı” olduğudur.
Ben kendi zaafımla, inandığım bir ölçüyü çiğnemişimdir.
Bu, “ölçünün” doğruluğunu değiştirmez.
Yıldıray’ın “darbe” konusundaki sorusu için de aynı cevabı veririm.
Darbeyi önlemek için belki hukukun dışına çıkarım ama bunu bir “ölçü” olarak kabul etmem.
“Tek” bir olay için karşılaşacağım olağandışılığı “olağanlaştırıp” genel bir kural olarak savunmam.
Ve, bence savunulmamalı.
Bütün insanların hayatını teminat altına alacak bir “ölçümüz” olmalı, çok özel nedenlerle ve “tek bir olay” için bu ölçüyü çiğnemek zorunda kaldığımızda, “kendi ölçümüze” ihanet ettiğimizi de bilmeliyiz.
Bir tek olayın” ölçüleri bozan şartlarına bakarak “genel ölçüler” koyarsak, tam anlamıyla bir karmaşa, ölçüsüzlük ve hukuksuzluk yaratırız.
Halbuki bütün amacımız bu ülkenin zaten yaşadığı bu karmaşadan kurtulması.
Tabii, Yıldıray, “neden Eruygur’un eşinin ortak dinlemesiyle elde edilen konuşmasını yayınladık” diye de sordu.
Bu da haklı bir soru.
Tek mazeretimiz, “yayınlanmış olan ve zaten internette yayılan bir konuşmayı kullandık” oldu.
Ama belki de kullanmamalıydık.
O konuşma hiç kimse tarafından kullanılmadan sadece bize gelseydi sanırım bu konuda çok kıvranır ve çok düşünürdük.
Ben, hukuktan ve “ölçüden” yanayım.
Bu toplumun kurtuluşunu burada görüyorum çünkü.
Militan bir demokrat olmaktansa, sade, çıplak bir demokrat olmayı tercih ederim.
Unutmayın ki militanı bol, demokratı az bir toplumda asıl ihtiyaç duyduğumuz militanlık değil, demokratlıktır.

14 Şubat 2009 Cumartesi

14 SUBAT

Yıllardır böyle...
14 Şubat yaklaştıkça içimde bir bıkkınlık ve gıcıklık duygusu oluşuyor. Neden peki? Doğrusu Sevgililer Günü'nün kendisi mi, yoksa Sevgililer Günü üzerine kopartılan bu saldırgan şamata mı beni rahatsız ediyor, artık pek emin değilim.Bazıları "yılın her günü sevgililer için bayram, bir gün de neymiş" diye bu kutlama ortamına karşı çıktığımı düşünüyor.Hayır! Olur mu hiç! Sevgililik dediğiniz ne şurup şerbet, ne şölen şenlik! Sevgililik ne sıradan flört, ne alışkanlığın pençesinde kavrulup gitmiş beraberlik! Sevgililik ayrı bir dünya, ayrı bir zaman anlayışı! 365 günü görmez ki gözü aşkın, bir günün hesabını yapsın! O hep kendi " an "larının peşindedir.
14 Şubat'larda benim anlayamadığım şey başka! Bir kere öteden beri sevgililik denen bu çok özel şeyin kamusal bir kutlamaysa malzeme olmasına akıl erdiremem." Geldi 14 Şubat, neşeyle dolduk; hediyemizi aldık, restoranları doldurduk " atmosferini ve bunun toplumca paylaşılmasını anlamam.Sevgili olmanın müsamereye dönüştürülmesini kabullenemem.Fakat artık bütün buralardan geçtim. Hem zaten belki de abartıyor, yanılıyorumdur.Kaldı ki, 14 Şubat'larda çiftlerin sevgiliymiş havasına girmesinde ve bu sayede " sevindirik " olunmasında bir hikmet, bir ibret olduğunu düşünmeye başladım.Kimbilir kaç kişi tam o gün, o sırada gerçek sevgililiğin sihrini ve değerini kavrıyordur..Ki, bu dahi az buz şey değil.
Ama... Lahmacuna kalp biçimi verdiren, oyuncak köpeğin sırtının üzerine kocaman bir kalp
yerleştirten, ağzını silmek için kırmızı kâğıttan peçeteler, yastığın tam ortasına pembe bir kalp konduran çarşaf yastık nevresim takımları, uçuşan öpücüklerle süslü kahve fincanları üreten sistem...Pek ünlü bir fırının yılın bütün günlerinde sattığı o güzel kurabiyeleri, çatal çöreği, muffinleri birden bire " Romeo Jülyet tatları " diye sunmasına neden olan sistem hani... Sinekten yağ, sevgililikten kazanç, en güzel aşk şiirlerinden reklam sloganı çıkartan sistem var ya... Bu kadar üzerine üzerine gidince aşkın meşkin...Aslında sönüp, pörsüyüp çürüdüğü gerçeği umurunda mı? İşte bu beni bitiriyor!
***
Aşkla öpersen... Etrafta aşk, sevgi sözcükleri bu kadar uçuşuyorsa... Bu kadar kızıp bozulurken bile sık sık lafı 14 Şubat'a getiriyorsam mesela... Cemal Süreya'nın güzel mi güzel, hem coşkulu hem kırgın şiiri " Aşk "tan şu dizeleri hatırlamanın tam zamanıdır. "Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu / İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük." Başka türlü severim bu dizeleri. Çünkü gündelik hayatın bütün sevme ve ilişki kurma biçimleriyle aşk arasındaki derin farkı hiç çaktırmadan ortaya koyar. Aşk, popüler kültürün bütün yanıltmalarına karşın " tatmin olma " modeli üzerine kurulu bir arayış ve duygulanım değildir. (Bkz. Adam Phillips, Darian Leader, Joel Kovel, vd.) Aşk, tatminsizliğinden geçinir. Severek öpersen "hah" dersin, oldu! Seversin öpmeni ve öptüğünü, doyarsın. Oysa aşkla öpersen... Güzeldir fakat hep eksik kalır.


HAŞMET BABAOĞLU - SABAH

13 Şubat 2009 Cuma

BEKİR COŞKUN'A GÖNDERME

Başbakan Erdoğan, AK Parti'ye oy verenleri göbeğini kaşıyan adamlar olarak tanımlayan gazeteci Bekir Coşkun'u milleti anlamamakla suçlarken çok sert bir ifade kullandı
Başbakan Erdoğan Sivas'ta partililere sesleniyor. Erdoğan, AK Parti'ye oy verenleri göbeğini kaşıyan adamlar olarak tanımlayan Hürriyet gazetesi yazarı Bekir Coşkun'u milleti anlamamakla suçlarken çok sert bir ifade kullandı.
Erdoğan'ın açıklamaları şöyleydi:
"Bunlar monşer eskisi. Bunlar milleti anlamakta zorluk çekiyor. Bu millete tepeden bakarak siyaset yapılmaz. Bunların yandaş medyaları da var. Siz onların kim olduğunu iyi biliyorsunuz.
Benim milletime göbeğini kaşıyan adamlar diyor. İşte bunların bu millete bakışı. Bunların milletle işi yok. Bunların sevgili köpekleri var onlarla yatar onlarla kalkar. Benim milletime kimse bu yakıştırmaları yapamaz. Kimse milleti alay konusu yapamaz.
Daha bitmedi. Daha yapacağımız çok şey var.
Bizim dönemimizde çeteler ve mafyalar yokluğa mahkum oldu. Onlar önce batırdıkları bankaların hesabını versinler. Milletin sırtına vurdukları faturaların hesabını versinler. Bizim dönemimizde bir tane banka fona devredilmedi."

10 Şubat 2009 Salı

Bu CHP'ye oy vermek Cumhuriyet'e ihanettir!..

Yerel seçimler iyice iğrençleşti.. İnsanın içinde sandığa gitme hevesi, inancı kalmadı..
Bir yanda iktidar, oyu resmen satın alıyor, sosyal devlet adına.. İşe beş yüz kilo kömür, iki paket bulgurla başladılar. Bu sadaka gecekondunun işsiz ve aşsız halkını keser.. O halk hiç düşünmez ki, iki kilo bulgura oy verdiği sürece kimse o oy deposunu kaybetmek istemez ve onun o iki kilo bulgura muhtaç kalması için elinden geleni yapar..
Ama ortada Tunceli gibi bu ülkenin en gelişmiş ilinin halkı olunca, Meclis'te tek başına ana ve yavru muhalefetten fazla başlarına bela olan Kamer Genç'ten kurtulmak için trilyonca liralık buzdolabı, çamaşır makinesi, mobilya ve halı dağıtmak gerekir. Hem de valinin, devletin valisinin eliyle ve biz Türk halkının ödediği vergilerle hovardalık. Ne valinin cebinden çıkıyor, ne de AKP'nin.. Benim paramla oy satın alma..
Zamanında bir Uşak Valisi vardı, İnönü'yü taşlatan.. Cumhuriyet il tarihine en karar adam olarak geçti. Şimdi bir Uşak Valisi daha..
Ama Tunceli halkı uyanık. Kamer Genç'i seçmezlerse kıyak biter, gerek kalmaz. Ama iki seçim daha Genç'e oy verirlerse gelecek seçimde ev dağıtılır, öbür seçimde evin önüne araba konur..
Bu iktidar..
Muhalefet, ana muhalefet çok daha ayıplı, çok daha utanç verici..
Bir parti, kurucusu Atatürk'e ve onun ilkelerine ancak bu kadar ihanet eder..
Yahu Deniz Hocam.. Sen herkesi kör, alemi sersem mi sanırsın..Çarşaf açılımının ardından gelen "Her mahalleye Kuran Kursu" karşı devrimi bir seçim hilesi değil de nedir?.. Kime yutturuyorsun?.. "Kanunların özü.. Kanunların ruhu" nun önemini Mektebi Mülkiye'nin birinci sınıfında bana sen öğretmedin mi?.Peki kara çarşaf açılımının, Atatürk'ün "Efendiler buna şapka derler" diye başlattığı kıyafet devriminin hem de tam özüne tükürmek olduğunu bilmez misin sen?.Vatandaş giyimini seçmekte özgürdür. Tamam.. İnançlara saygı, hepten tamam.. Ama saygı başka, teşvik başka şey..Karısı sıkma başlı diye Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı seçilmesini önlemek için anayasayı, iç tüzüğü zorlayan, MHP ihaneti olmasa nerdeyse başaracak olan sen değil misin?. Karısı sıkma başlı Köşk'e çıkmaz, ama CHP üyesi yaptığın ve önünü açtığın kara çarşaflı yarın çıkabilir. Yaptığının bu anlama geldiğinin farkında olmayacak kadar düşünce yeteneğini mi yitirdin Hocam.. Yoksa oy hırsı seni sonunda bu aciz hallere mi düşürdü?.."Her mahalleye Kuran Kursu"nun ucunun ne kadar açık olduğunu, memleketi nerelere götürebileceğini görmekten, düşünmekten de mi acizsin hocam, yoksa oy hırsı gözlerini kör mü etti?..Bu ülkede en büyük Atatürk, en büyük Cumhuriyet devrimi "Tevhid-i Tedrisat" yani öğrenim birliğidir. Bu ülkede sadece laik eğitim yapılır.Peki yüzde 99'u Müslüman olan ülkede insanlar çocuklarına din ve Kuran eğitimini nasıl verecekler?..Devlet eli ve kontrolü altındaki, yasal ve denetlenir kurslarla..Şimdi sen CHP olarak her mahalleye bir Kuran Kursu açma hareketi başlatırsan, elin eli armut mu topluyor.. Her parti, DTP'sine kadar ayni şeyi yapmaz mı?. Bu kurslarda Kuran diye kendi siyasal zehrini minnacık beyinlere şırınga etmez, onların beyinlerini tam gelişme çağında yıkamaz mı?.Yarın AKP'den daha da radikal dinci bir parti bu kursları açmağa ve yaymağa başlarsa peki?..Denetlersin.. Halt.. Her mahallede açılmış kursları denetlemek için Birinci Ordu'yu tümden müfettiş yapsan yetmez.. Sonucunu bile bile bunu yapıyor, CHP tarihinde dini siyasete alet eden ilk başkan olarak tarihe geçiyorsun hocam.. Çok ama çok sert eleştirdiğim Recep Tayyip Erdoğan senin yanında zemzemle yıkanmış. O hiç değilse inandığını yapıyor..Sen alenen resmen dini siyasete alet ediyorsun.İşte bu sebeple hocam, işte bu sebeple, bas bas bağırıyorum ki, "Bu CHP'ye oy vermek, Cumhuriyet'e ihanettir!.."
Not.. Yakında Ortaköy'e cumaya da gelirsin, orda görüşürüz Hocam!..

9 Şubat 2009 Pazartesi

Bunu yazan Tosun, Kılıçdaroğlu okusun!

Bunu yazan Tosun, Kılıçdaroğlu okusun!
Kim derdi ki "Tosun edebiyatı"mız yıllar sonra yeniden gündeme gelecek, yeni malzemelerle güçlenecek. Bize bu konuyu hatırlatma fırsatı veren sayın Kılıçdaroğlu'na teşekkür ediyor ve "bunu yazan Tosun, Kılıçdaroğlu'na cevap olsun, yazılanları iyice okusun" diyor, sizleri "Tosun edebiyatı"nın tarihçesi ve incelikleriyle baş başa bırakıyoruz.
Orta yaş ve üzerindeki Türk erkekleri çok iyi bilirler. Eskiden umumi tuvaletlerde insanın yüzünü kızartan müstehcen yazılar olurdu. Ama bunların en masumu ve en meşhuru "bunu yazan Tosun, okuyana selam olsun" (Tabii, 'selam olsun' yerine daha kafiyeli bir fiil vardı) şeklinde kafiyeli ve veciz olanıydı. Bu yüzden tuvalet edebiyatına "Tosun edebiyatı" denirdi.Hatta 1980'li yıllarda Almanya'nın Berlin şehrinde tuvalete gidenlerin "Tosun, Almanya'da da emrinize amade…" yazısını görüp memleket hasretini giderdikleri ve uzun uzun güldükleri fıkra gibi anlatılırdı.Kim bu Tosun?İşte çoktandır sesi-soluğu çıkmayan ve kitleleri esprili yazılarından mahrum bırakan bu bizim "Tosun", CHP'nin İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkan Adayı Kemal Kılıçdaroğlu sayesinde yeniden gündeme geldi. Kılıçdaroğlu "kim bu Tosun?" başlığıyla özetlenebilecek şu soruyu Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a yöneltti;"Anlaşılan Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş devreden çıkarıldı, rakibimiz Başbakan Erdoğan haline getirilmek isteniyor. O halde bıraksın Başbakanlığı gelsin karşımıza yarışsın. Ama gelirken, bir hafta önce sorduğumuz sorunun yanıtını da versin. Sayın Başbakana bir soru yönelttik. Çok basit bir soruydu bu. Bir isim verdik. (Kim bu Tosun?) dedik. O günden bu yana tek bir ses çıkmadı. Evet, Başbakan bu Tosun'un kim olduğunu söylesin, ithal olup olmadığımızı kendisine anlatalım."Tosun edebiyatımız yeniden gündemdeNitekim Başbakan bu konuda "tanımadığı" şeklinde bir cevap verdi. Gizemli "Tosun" da yazılı bir açıklama yaparak sır perdesini kaldırdı. Bakalım Kılıçdaroğlu şimdi hangi "tosun"ların peşine düşecek? Hangi tosunlar da ona "bunu yazan Tosun, Kılıçdaroğlu'na cevap olsun, iyice okusun" şeklinde yazılı cevap verecek? Kim derdi ki "tosun edebiyatı"mız yıllar sonra yeniden gündeme gelecek, yeni malzemelerle güçlenecek. Bize bu konuyu hatırlatma fırsatı veren sayın Kılıçdaroğlu'na teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Rıfat Yörük/Habervaktim.com

8 Şubat 2009 Pazar

KUR'AN KURSU DEGİL KAHVE YADA LOKAL

Başkan "lokal"e çevirdi, Baykal hala "Kur'an kursu" diyor
Sefa Sirmen, parti içinde tepki çeken Kur'an kursu açılımından geri adım atarak kastının lokal olduğunu söyledi ancak Baykal hala Kur'an kursu açılımını önemsediklerini söylüyor.
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Kur'an kursu konusunu çok önemsediklerini, bunun yerel seçim öncesi gündeme gelmiş olmasının ise sadece bir talihsizlik olduğunu dile getirdi. Baykal, ''Lailklikte de din öğrenme özgürlüğü vardır'' diye konuştu. Bir televizyon programına katılan CHP Genel Başkanı Baykal, partisinin son günlerdeki açılımları hakkındaki eleştirileri cevaplandırdı. Baykal, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın çarşaf konusunda kendilerine ilk başta verdiği desteği çektiğini söyleyerek, ''Başbakan örtülülere rozet takılması konusunda zik zak içindedir. Başlangıçta bana verdiği destekten şimdi pişman olmaya başlamıştır, önceki sözlerini terk etmiş, CHP'yi suçlama gayreti içine girmiştir. Bu tutarsızlıktır, önce bu tutarsızlığa dikkati çekmek istiyorum" dedi. Baykal bu konuda şunları dile getirdi: ''Ben çarşafla ilgili Başbakan'ın söylemine dikkati çekmeye çalıştım. Burada bir kırılmanın var olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Başbakan çarşaf konusunda çok iyi diyordu, şimdi çok iyi diyemiyor. Şikayetçi olmaya başlamıştır. Eskiden aman dik dur, devam et diyordu. Şimdi onu söyleyemiyor. Bunun altını çiziyorum. Bunun anlamını herkesin değerlendirmesini istiyorum." Çarşaf açılımının Türkiye'nin yararına olduğunu kaydeden Baykal, ''Bizim o yaklaşımımız, Türkiye'de toplumun, insanların siyasi inancıyla kılık kıyafeti arasında bir beraberlik kurma anlayışının aşılması bakımından çok yararlı olmuştur. İnsanları kılık kıyafetleriyle siyasi tercihlerinin farklı olabileceği yaklaşımı toplumda kabul görmüştür. Bu büyük bir ferahlık getirmiştir. Ve Türkiye'nin kaynaşmasına, bütünleşmesine, insanların kılık kıyafetleriyle tasnif edilmesine, etiketlenmesine, dışlanmasına karşı bir tavır olarak ortaya çıkmıştır" diye konuştu. Rozet taktığı çarşaflıların istifasını adaylık tartışmalarına bağlayan Baykal, ''Bazı çarşaflıların istifa etme kararını almış olması adaylık tartışmasıyla ilgili bir görüntüdür. CHP'ye katılmış olan binlerce insan kılık kıyafetleri ne olursa olsun CHP'ye destek vermeye, parti içinde çalışmaya devam ediyorlar. Bu ezberini bozmuştur Türkiye siyasetinin" şeklinde konuştu. Baykal, yaptıkları açılım ile ''Çarşaflılar Atatürk düşmanıdır, laiklik düşmanıdır, cumhuriyet düşmanıdır ve onlar hiçbir şekilde CHP'ye oy veremezler. Bu anlayış ortadan kalkmıştır ve bu çok büyük bir hizmet olmuştur" şeklindeki anlayışları değiştirdiklerini savundu. Baykal, ''Kur'an eğitimi konusuna gelince, bu bizim çok önemli, çok temel bir konumuzdur. Bu konuda maalesef Türkiye çok büyük ölçüde kendisini aldatmaktadır. Gerçekleri görmemezlikten gelmektedir ve bu konuyu konuşmamayı, incelememeyi, irdelememeyi tercih etmektedir. Keşke bu konuyu biz bir yerel seçim öncesinde değil de daha sağlıklı bir ortamda ele alıp konuşabilseydik. Bu konunun bir yerel seçim öncesinde gündeme gelmiş olması bir talihsizliktir. Bunun altını bende çiziyorum. Keşke bu ortamda olmasaydı. Ama bu süreç kendiliğinden gelişti.'' dedi. Baykal Kur'an kursu açılımı hakkındaki düşüncelerini şöyle dile getirdi: ''Sefa Sirmen projelerini anlatırken bundan da bahsetti. Halkevleri benzeri mahallelerde bir semt evi projesi var. O proje çerçevesi içinde bunu da yapacağını ifade etti. Ve bana ne düşündüğüm soruldu. Bu bizim hakkında ciddi zihin yorduğumuz ve kendimizi önemli ölçüde hazırladığımız, elimize imkan geçerse, iktidar geçerse ciddi şekilde kullanmayı kararlaştırmış olduğumuz bir konu, hazır olduğumuz bir konu. Bunu konuşmaktan hoşlanmıyoruz. Ama bu konuyu biliyoruz. Türkiye'nin böyle bir derdi var. O derdi çözmek için de projemiz var. Bu konu önümüze gelince ben bunun önemli bir proje olduğunu söyledim. Türkiye kendisini aldatıyor demiştim. Türkiye'de bir gerçek var. Bir de olması gereken var. Gerçek nedir? Bugün Türkiye'de Diyanet İşleri'nin resmi verilerine göre 6.770 Kur'an kursu var Bu kursların il ve ilçelerde olanları 4073, beldelerde olanı 1306, köylerde olanı 1391'dir. Toplam 6770. Bu 6770 kuran kursunun 590'i belediyelere ait binalarda çalışmaktadır. Düşünün Türkiye'de 40 bin köy var...Hepimiz çok iyi biliyoruz ki, Diyanet İşlerinin bilgisi, denetimi dışında kimin niçin ne ürettiğinden kimsenin haberdar olmadığı kurslar Türkiye'nin her yerinde çalışmaktadır. İşte bu çok ciddi bir tablodur. Ve üzerinde düşünülmesi ve çözülmesi gereken konudur. Laiklik bunu görmemezlikten gelelim, önemli değil, bırakın ne hali varsa görsün demek değildir. bu sorunu çözmek için gereken sorumluluğu üstlenmek, girişimi yapmaktır." Konuşmasında din özgürlüğüne dikkat çeken Baykal, ''Laiklikte herkesin dinini öğrenme hakkı vardır. Dünyanın bütün insan hakları bildirgelerinin başında herkesin din özgürlüğü, inanç özgürlüğü, dinini öğrenme ve öğretme özgürlüğü yer alır. Laiklikle din öğrenme ve öğretme özgürlüğü arasında nasıl bir çelişki olabilir?" dedi.

7 Şubat 2009 Cumartesi

BAYKAL YAKINDA NAMAZ KILDIRACAK

"Baykal namaz kıldırırsa şaşırmayın"
Deniz Baykal ve ekibinin seçim çerçeveli dinî açılımlarının eğretiliği, siyasi mizah konusu oluyor. Son espri ise DP Lideri Soylu'dan: Baykal, yakında namaz kıldırmaya başlarsa sakın şaşırmayın!
Demokrat Parti (DP) Genel Başkanı Süleyman Soylu, CHP Lideri Deniz Baykal'ın her mahalleye Kur'an kursu projesiyle ilgili olarak, "Deniz Baykal, yakında imam sarığı ve cübbesi giyip de en ön safa geçip namaz kıldırmaya başlarsa sakın şaşırmayın" dedi. Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılan Merinos Parkı ile Merinos Fabrikası'ndaki kültürel mekanların açılışında konuşan Soylu, Büyükşehir Belediye Başkanı Hikmet Şahin'e sahip çıkılmasını istedi. Ezan okunması nedeniyle konuşmasına ara veren Soylu, bir partilinin 'Deniz Baykal namaz kıldırmaya başlayacakmış' demesi üzerine, "Ezan okunuyor ama size bir şey söyleyeyim bu arada. Sayın Deniz Baykal, yakında imam sarığı ve cübbesi giyip de en ön safa geçip namaz kıldırmaya başlarsa sakın şaşırmayın" diye konuştu. Ezanın ardından konuşmasına İstiklal Marşı'nın son kıtalarını okuyarak başlayan Soylu, şunları söyledi: "Bu ezanları bugün bu semalarda duymamızın yegane sebebi vardır. O da rahmetli Menderes'tir. Bir gün bunun üzerinden siyaset yapmadık. Çünkü milletin değerleri ve kutsallarıyla yaşamasını, bir ülkeyi yönetenlerin en önemli görevlerinden birisi olduğunu, bunun üstünlük olmadığını, bunun olması lazım geldiğini ortaya koyduk. Ama Türk siyaseti öyle bir keşmekeşin içerisine girdi ki kimse milletimizin haline kulak vermiyor. Birisi buzdolabı dağıtıyor, öbürüsü çamışır makinesi dağıtıyor, ötekisi de her mahalleye Kur'an kursu açacak. Günaydın derler adama. Demokrat Parti olmasaydı, ülkede bu özgürlüklerin hiçbirisi olmayacaktı. Artık bırakın çekişmeyi, kavgayı da insanların sorunlarıyla uğraşın." Soylu, daha sonra Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Hikmet Şahin'le birlikte Merinos Parkı ile kültürel mekanların açılışını yaptı.

5 Şubat 2009 Perşembe

Geçmiş olsun sevgili megaloman



Hınçal ULUÇ'un nekahat döneminden sonra ilk yazısına http://polemikler.blogspot.com/2009/02/cktm-dostlar-cktm-meydan-bos-bulanlar.html Engin Ardıç'tan çok ağır bir cevap geldi....

Geçmiş olsun!
sevgili megaloman

Bana attığın çamurlara, yaptığın haksızlıklara kızmak için kendimi çok zorladım, kızamadım... Hem seni gerçekten sevdiğimi anladım, hem de artık hiç önem vermediğimi...
Geçmiş olsun. İncir çekirdeğini doldurmayan yazılarına hoşgeldin. Yalnız gazeten değil, bütün basın ve spor dünyası, sinema, tiyatro, müzik, ayrıca
Türkiye de yönetilmek için seni bekliyordu...
Hiçbir şey söylemeden tam sayfa dolduracak adam bulmak gerçekten de çok zordu, laf aramızda... Süleyman Demirel'e iş teklif edilecek değildi ya!Aslında senin gibi büyük bir adamın hiç hastalanmaması gerekirdi. Bu sana yapılmış büyük bir haksızlıktı. Belki de Tanrı meydanı boş bulmuştu!
Bütün
Türkiye haftalarca senin hastalığınla yattı kalktı... Öyle bil, öyle san... Çünkü sen çok büyük bir adamsın, vazgeçilmezsin, bulunmaz Hint kumaşısın.
Sen o kadar büyük bir adamsın ki, sana en küçük bir eleştiri yönelten herkes ya "şaşkın", ya "küstah", ya "bunalım geçirmekte", ya da "kin, nefret ve öfke kusuyor" ...Eh, sen de onlardan bazılarının "isimlerini köşende anmamakla" onlara en büyük cezayı veriyorsun, mahvoluyorlar, bitiyorlar zavallılar! Neyse bak, çıktın artık, okuduğunu kıçından anlayan bütün müşteriler seni özlemişlerdi... "Anti-militarizm" ile "ordu düşmanlığı" arasındaki farkı anlamamakta direnenler, "Atatürk ticareti" yapanlara kızmakla "Atatürk düşmanlığı" arasındaki farkı anlamamakta direnenler, kahramanlarına kavuştular! Çünkü sen öyle dediysen öyledir. Gerçek ile senin dediğin arasında çelişki varsa, senin dediğin geçerlidir. "Cumhuriyete saldırmak için bir Ergenekon efsanesi yaratan" şaşkın (!) savcılar ve yargıçlar da korksunlar, yalnız gazeteciler değil...
Atatürk çocuğu geldi. Hepsinin canına okuyacak. Cumhuriyetçi olan ama demokrat olmayan, bununla da övünen büyük adam geri geldi... He is back in town! İyi ki iyileştin, iyi ki döndün... Bu kez gerçekten "gitseydin", ikide bir giderim haa deyip de gidemeyen kimi bulacaktık da gülecektik kendi aramızda? Kendini fikir adamı diye yutturan hangi magazinciyle eğlenecektik? Bize kim fıkra anlatacaktı? Büyük geçmiş olsun, gerçekten. Tadı yok sensiz geçen ne baharın ne yazın...
Hoşgeldin. Avanta geziler, beleş yemekler, yeni çıkan şarkılar, piyasaya yeni düşen paçozlar, el süremediğin ama sürermiş gibi yaptığın bütün kadınlar da yolunu gözlediler... Sevinmişlerdir.
Ben de sevindim. Çünkü hem seni gerçekten sevdiğimi anladım, hem de artık hiç kızamadığımı... Gülünçlük alanında sen mi önde gidiyorsun yoksa "sizin cenahtan" Yalçın Küçük mü, bilemedim.
Fakat şaşkın, küstah, bunalımlı, vatan haini bu kardeşin seni çok çok öpüyor. Tenezzül buyurup lütfen kabul edersen tabii.
Etmezsen de canın sağolsun, başkasını buluruz. Memlekette çeşit çok.


Ergin ARDIÇ

Çıktım Dostlar!.. Çıktım meydanı boş bulanlar!..

Bakalım Hıncal Uluç'un ameliyattan sonra yazdığı bu yazıyı kimler üstüne alınıp, cevap verecek?
Çıktım Dostlar!..
Çıktım meydanı boş bulanlar!..


Sevgili okurlarım...
Seven, sevmeyen ama her gün okuyarak beni ben yapanlar.. Çıktım..
Atatürk Cumhuriyeti'nin insanları.. Gerçek Atatürkçüler, sapına kadar cumhuriyetçiler çıktım..
Dostlar, arkadaşlar, sevgililer çıktım..
Meydanı boş bulup arkamdan sallayanlar çıktım.Azılı Atatürk Düşmanları.. Atatürk'e sövmek için fırsat kollayanlar.. Atatürk Filmi çekimi haberini diline dolayıp utanmadan, sıkılmadan "Bu yaşamdan film mi çıkar" diyecek kadar gözü dönenler.. En azılı Türk ve Atatürk Düşmanı, İngiliz Başbakanı Lloyd George'a hem de İngiliz parlamentosunda "Dünyada her 100 yılda bir deha yetişiyor ve o beklenen deha birden bire
Türkiye'de beliriverdi hem de bize karşı. Tüm dünyaya karşı" dedirten Atatürk'ün muhteşem yaşamından, Çanakkale'den, Kurtuluş Savaşı'ndan, İslam âleminin ilk ve tek modern cumhuriyetini kuran adamın hayatından bir değil bin film çıkacağını bile bile bunu yazabilenler..
Atatürk filminin Türk'ün Türk'e reklamı olacağını söyleyip dünyada seyirci bulamayacağını iddia ederken, öyle bile olsa, böylesi Atatürk düşmanlarının suratına tokat olacağının farkında olmayanlar.. Atatürk filmi çekmeyi 31 çekmeye benzetecek kadar şaşkın ve küstahlar.. Çıktım..
Kemal Türkler'in katillerinden biri hakkında verilen karar tam 29 yıl sonra geçen hafta içinde bozuldu..
Türkiye'de yargının böyle işlediğini bildikleri için bir Ergenekon efsanesi yaratarak, Ordu ve Cumhuriyet'e saldırmak, kafalarındaki o sapık ikinci Cumhuriyet'le aralarında duran her kişi ve kurumu, yıllar sürecek bir yargılama boyu zan ve baskı altında tutmak, her muhalifi, her konuşanı izlemek, basmak ve göz altına almak eylemleriyle bir korku imparatorluğu yaratmak isteyenler çıktım.. Ergenekon'u sürdürmek için, önüne geleni, hatta kendi meslektaşlarını bile ihbar eden, muhbir köşeciler çıktım!..
Bu Ordu bu gücü ve saygınlığı ile böyle durdukça, Modern Atatürk Cumhuriyeti'nden sapmanın mümkün olmadığını bildikleri için orduyu hedef tahtasına koyanlar, tek mahkumiyeti olmayan, hem de altında Başbakan diye Recep Tayyip, Dışişleri Bakanı diye Abdullah Gül Beylerin ve tüm AKP hükümetinin öneri ve kararı ile Devlet Üstün Hizmet Madalyası alan bir kahraman Albay'a, bir PKK uşağının yalan yanlış laflarını baş tacı yaparak alçakça saldıranlar.. Bu saldırılar karşısında intihar yolunu seçen bir onurlu adama, bir terör gazisine ölümünden sonra bile söverek, asıl hedeflerinin Ordu olduğunu kanıtlayanlar, çıktım.. Çıktım Sevgili Dostlarım.. Çok ama çok ağır bir ameliyat geçirmiş olmama rağmen, tıptaki akıllara seza gelişmeler ve harika doktorlarım, olağandışı bir hastane sayesinde ki anlatacağım sizlere, bir hafta içinde çıktım..Dostlar mutlu olun, çıktım.. Düşmanlar sıkı durun, çıktım..Çıktım şükürler olsun!..

Hıncal ULUÇ

3 Şubat 2009 Salı

ERDOĞAN'A RADİKAL MANŞET

Erdoğan'ın Davos'taki çıkışı gazetelerin manşetine oturdu.
İçlerinden birisi vardı ki manşeti ve bugünkü yazısıyla çok farklıydı.
Yeniçağ, dün “Helal Olsun” manşetiyle çıktı. Gazetenin Erdoğan'a desteği bugün de devam etti. 1. sayfadan "Helal olsun!" başlığıyla verilen mektupta Başbakan Erdoğan'a övgüler yağdı.
Gazete milliyetçi söylemleri ve fikirleriyle AK Parti'nin tam karşısında yer alıyor. Hükümete ve Erdoğan'a yönelik en sert manşetleri atmaktan çekinmiyor.
İşte bu gazete iki gündür çok farklı bir tablo çiziyor. Davos'ta yaşananlar her şeyi bir kenara itti. Yeniçağ, Peres'e karşı Erdoğan'ın gösterdiği tavrı ayakta alkışladı.
Gazete neden böyle bir başlık attığının gerekçelerini bugün okurlarına duyurdu:
"Çünkü; Peres’in karşısında AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan değil, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Başbakanı oturuyordu.
Peres’in sallanan o parmağının hedefi Başbakan nezdinde Türk milletiydi.
Manşetimize yansıyan tavrımız, Yeniçağ’ın yayın hayatına başladığı ilk günden beri hassasiyetle koruduğu milliyetçi duruşunun, tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek dil ülküsünün gereğidir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti müstemleke değildir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti “kabile” veya “çadır” devleti de değildir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, “hasta adam” hiç değildir...
Dünyaya Türkçe bakan Yeniçağ, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin menfatlerinin korunmasında kişi ve kurum gözetmeksizin meseleyi sahiplenir, tavrını net bir şekilde ortaya koyar.
Yeniçağ’ı güçlü, güvenilir ve bağımsız kılan da bu duruşudur.
Saygılarımızla."
Yeniçağ

2 Şubat 2009 Pazartesi

Başbakan'ın planlı öfkesi

Başbakan'ın planlı öfkesi
Davos'taki ekonomi tartışmaları hakkında uzun yazımı yazdıktan sonra gece iki yayın yönetmeni arkadaşımla yemeğe çıktım. Tabii bir süre sonra onlarla muhabbet mümkün olmadı. Çünkü Davos'tan Başbakan'ın tartışmasıyla ilgili haberler akmaya başladı.
Onlar başlık düşünmeye başladılar. Bu sefer ben de kendimi tutamadım. (Eski alışkanlıklar kolay ölmüyor.) Sanki çok üzerime vazifeymiş gibi ben de birinci sayfa düşünmeye başladım
Tam o gün Davos hakkında özel bir yazı yazmış olduğum için bir ara 'Patlak veren olayla ilgili bir yazı da eklesem mi ki?' diye de düşündüm.
Ama sonra benim yazımın güncel olanlarla hiçbir alakası bulunmadığını, o yazıda amacımın geleceğe yönelik model çalışmalarını irdelemek olduğunu hatırlayıp yazıya ek yapma fikrinden vazgeçtim.
'Sıcak haberin üzerine bir yatayım, biraz düşüneyim, yarın (bugün) yazarım bunun hakkında' dedim.
Şimdi bakıyorum da; meselenin diplomatik skandal boyutunu ortaya çıkaran birçok yazı yazılmış. Başbakan'ı yine sinirlerine hakim olamamakla itham edenler de var.
Ben bu yorumlara katiyen katılmıyorum. Tersine, Başbakan tartışmanın en gergin anında bile
bence son derece kontrollü ve sakindi.
Bu önceden planlanmış öfke patlamasıydı.
Başbakan'ı o bana hiç sıcaklık göstermemiş olduğu halde iyi tanıdığımı sanıyorum.
O, şaşkınlıkla karşılanacağını bildiği bir hareketi önceden tüm boyutlarıyla düşünmeden, detaylı planlamadan katiyen yapmaz.
Evet; Davos toplantıları bir 'Centilmenler Kulübü' toplantısı havasında geçer ve katılanlar bu tür davranışlara alışık değillerdir.
Ama şundan emin olun, Davos'taki tüm katılımcılar Başbakan'ın davranışını şu anda hayranlıkla değerlendiriyorlardır. Çünkü Başbakan planlanmış öfkesiyle birkaç siyasi hedefe gitti. Bunlar:
1- İç siyasette kendi seçmen kitlesine İsrail'e gerektiğinde sert çıkabilen lider konumunu gösterdi ve prim yaptı.
2- Arap dünyası, İsrail konusunda kafa karışıklığı yaşıyor. İsrail'e düşman olmadığı halde Türkiye'nin Başbakanı, Araplar'ın söyleyemediği her şeyi İsrail liderinin yüzüne dünyanın gözü önünde söyleyebildi ve Arap dünyasına yön veren lider konumunu elde etti.
3- Gazze olayı nedeniyle sadece Araplar'da değil, dünya ölçeğinde sosyalistlerde, liberallerde, komünistlerde velhasıl her kesimde bir tepki vardı. Başbakan çıkışı ile bu tepkiyi de dile getirmiş oldu. Dünya lideri konumuna taşıdı kendisini.
4- Olaydan sonra İsrail lideri telefon açarak özür diledi. Bu da bu olaydan sonra İsrail-Türkiye ilişkilerinin fazla zarar görmeyeceğini, bilakis belki daha da kuvvetleneceğini gösteriyor. Çünkü İsrail de kendisine karşı birikmiş öfkenin bir şekilde dile getirilip, boşaltılmasını istiyordu. Bu da oldu.
Yani anlayacağınız; bence Başbakan'ın yaptıkları dahiyane bir siyasi manevraydı, kutluyorum naçizane.
Bütün bunları nasıl mı biliyorum; çünkü aynı planlanmış öfke patlamasını gözlerimin önünde yaşadım, izledim.
Onu da anlatarak bitireyim de Başbakan'ın siyasi manevra kabiliyetini görün istiyorum...
Bir keresinde Körfez ülkelerine bir gezideydi. Ben de uçağında, onun peşinde izliyordum. Bir gece Dubai'den kalktık doğruca Danimarka'ya uçtuk. O sıralar Danimarka basını yüzünden dünyada bir karikatür krizi yaşanıyordu. Müslümanlar'da öfke büyüktü. Danimarka'da varoşlar bile patlamak üzereydi ve Danimarka Başbakanı abuk sabuk konuşmalar yapıyordu. Kendisine bir an önce bir ayar verilmesi gerekiyordu.
Uçaktayken, danışmanları, Başbakan'ın neler yapacağını, iyice çalışmakta olduğunu, olabileceklerin her yönünü planladılar.
İndik ve ertesi gün görüşmeyi izlemek için konuta gittik. İçerideki görüşme biraz uzamıştı ve yan odada tuhaf bir hareketlilik oluyordu.
Birden 'Türk gazeteciler çıkışa hazırlansın' anonsu yapıldı. Uçağın hazırlanması talimatı verildi.
Evet; Erdoğan gerekenleri söylemiş ve ülkeyi de terk ediyordu. Apar topar bindik uçağa ve Ankara'ya doğru hareket ettik.
Bu tavır da gerek iç kamuoyunda gerekse dış kamuoyunda Başbakan'a hayli prestij kazandırmıştı.
Bunu yapmasını iyi biliyor Erdoğan. Son yaptığı ise İsrail'e ayar vermekten başka bir şey değil. İsrail bile bunu anlayışla karşıladı. Çünkü onlar gerçekçi. Ama bizim medyadaki bazı yazarlar bunu kabul etmekte zorlanıyor nedense.


Serdar TURGUT akşam

1 Şubat 2009 Pazar

MUMCU'YU BİTİRECEK HABER!

Eski Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı'nın ses kaydı sadece 367 tuzağını değil aynı zamanda eski Anavatan Genel Başkanı Erkan Mumcu'nun çelişkilerini de gözler önüne serdi
Şimdiye kadar "Bana telkin gelmedi." diyen Mumcu, Karadayı'nın "Girmeyin dedim, girmedi" ifadesiyle zor duruma düştü.
Anavatan eski lideri ayrıca "Telefon aldım, o yüzden girmedim demem çok isteniyor. Fakat ne yazık ki almadım." diyerek Karadayı'nın kendisine telefon ettiği yönündeki iddiaları yalanlamıştı. Ancak ses kaydının internete düşmesinin hemen ardından yaptığı yazılı açıklamada Karadayı'dan telefon aldığını itiraf etti. Mumcu, 25 Ekim 2008'de Zaman'a yaptığı açıklamada Karadayı'yla görüşme olayını şöyle anlatmıştı: "Cumhurbaşkanlığı seçiminde DYP ile birlikte hareket etme kararı almıştık. O günlerde İstanbul havalimanında Karadayı ile karşılaştık. Bana, 'Tebrik ederim. Muhalefette CHP'yi yalnız bırakmamak lazım. Sizin de merkez sağ olarak birleşmeniz iyi oldu. Cumhurbaşkanlığı oylamasında da aynı tavrı göstermenizi bekliyoruz' dedi. Ben de 'Efendim bizim tavrımız belli. Oylamaya katılıp katılmamaktan ziyade anayasa değişikliği üzerinde duruyoruz. Bırakalım halk seçsin.' karşılığını verdim. O 'Ama onun da mahzurları var. Halk seçerse sürekli bunların istediği kişiler seçilir' cevabını verdi. Ben de 'Demokrasi böyle bir şey' dedim. O efsaneler buradan üretildi."
Erkan Mumcu, ortaya çıkan ses kaydının ardından yaptığı açıklamada ise farklı şeyler söyledi. Bu kez, havaalanında hal hatır sorma dışında bir şey konuşulmadığını öne sürdü. Aynı açıklamada Karadayı'dan telefon aldığını da kabul etti. Daha önce havaalanındaki görüşmede geçtiğini söylediği diyalogların bu kez telefonda geçtiğini belirtti. Halbuki Ağustos 2007 tarihli Aksiyon Dergisi'ne yaptığı açıklamada 'telefon' söylentilerini yalanlarken, iddialı ifadeler kullanmıştı: "Ben böyle bir görüşme yapmadım. Bana cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmamam yönünde en küçük bir telkin gelmedi. Bütün mukaddesatıma and içerim ki, Allah'ın bir kulu bana bu yönde bir telkinde bulunmamıştır. Tarihin herhangi bir kesitinde benim beyanımı yalanlayacak herhangi bir delil ortaya çıkarsa yalanımın bedelini canımla öderim."
Erkan Mumcu'nun "Karadayı ile hayatımda bir kez karşılaştım." açıklaması ise aradan 24 saat geçmeden bizzat eski Genelkurmay Başkanı tarafından yalanlandı. Milliyet Gazetesi'ne konuşan Karadayı, Mumcu ile Bodrum'da da görüştüklerini açıkladı.
Zaman

31 Ocak 2009 Cumartesi

Türkiye, Osmanlı olduğunu hatırlıyor

Türkiye, Osmanlı olduğunu hatırlıyor
Hadi hadi, dürüst olun, açık konuşun: Başbakan, açık oturumun yöneticisi David Ignatius'a da, Şimon Peres'e de "bozuğunu atıp" toplantıyı terkedince içinizden "ulan helal olsun" demediniz mi?
Peki, gecenin köründe onu karşılamak üzere Yeşilköy'e koşan binlerce kişiyi görünce aklınızdan "hop ninnayı ninnayı, Kılıçdaroğlu aldı havayı" şeklinde bir türkü de mi geçmedi?
Hatta "AKP'ye oy vermeyecektim ama şimdi vereceğim" diye düşünenler de mi çıkmadı aranızdan?
Yalan söylüyorsunuz.
Bu yalan, George Bush'a ayakkabı fırlatan Arap gazeteciyi alkışlayıp şimdi de "Erdoğan yanlış yaptı" edebiyatına yatanların ikiyüzlü çıkarcılığını andırıyor...
Aydın Doğan'a daha iyi uşaklık edebilme kuyruğuna girenlerinki kadar zavallı bir tutum bu.
Türk, efelenmeyi sever. Efelenen başbakan da hoşuna gider.
Daha önce "masaya yumruğunu vurdu kalktı" balonlarını çok dinlemiş ama ilk kez gerçekten kalkıp giden bir başbakan görmüştür canlı yayında canlı canlı.
Çünkü Türk, büyük bir imparatorluk kurmuş ve altı yüz yıl da yönetmiştir.
En "ulusalcı" geçinenlerin bile aklına hemen yeni bir imparatorluk gelmesi, heveslerinin hemen bir Turan İmparatorluğu'na yönelmesi de bundandır. Aşağısı kurtarmaz!
"Misak-ı milli sınırları", herkesin bilinçaltında "geçici bir süre katlanılmak zorunda kalınan bir emrivakidir" bu ülkede...
Çünkü biz İsrail'e de, Irak'a da, Suriye'ye de, Mısır'a da, Lübnan'a da, Arabistan'a da, hatta Yunanistan'a da, Bulgaristan'a da, Kosova'ya da, Bosna'ya da "eski vilayetimiz" gözüyle bakarız... Çünkü öyledir!
İşte bunun için, bilinçaltımızda Kuzey Kıbrıs da "üç yüz yıl süren toprak kaybı sürecinden sonra hiç olmazsa azıcığını geri alabildiğimiz bir parçadır"...
İşte bu nedenle Kıbrıs'tan çekilmek istemeyiz, çünkü bize "vermek" gibi görünür.
İşte bu nedenle "İsrail'e ayar veren" bir başbakan da kahraman gibi karşılanır!
Arap dünyasının takdirleri de gururumuzu fena halde okşayacaktır... Çünkü herkes temelde Osmanlı olduğunu hatırlamaktadır! Biz de, onlar da...
İsrail ile ilişkilerimizin bozulması ya da bozulmaması da, "monşer kılıklı" üç beş emekli memurdan ve onların kafasında giden üç beş karta kaçmış gazeteci eskisinden başka kimsenin umurunda olmayacaktır kamuoyunda...
"İstanbul'u başkent yapmak istiyorlar" diye atıp tutanlar gizlice "ulan fena da olmaz ha" diyeceklerdir kendi kendilerine...
Biz istesek de istemesek de "Kasımpaşalı" gene kazanacaktır. Kılıçdaroğlu'na oy toplamak için takla atanlardan başkası da yırtık pabuçla çamurda gezmek gibi ucuz "popülizm" numaralarını yemeyecektir.
Çünkü burası İstanbul'dur, bozkır değildir. Burada bin çeşit kertenkele vardır ama hiçbirinin ruhu kalorifer dumanı kokmaz.
Engin ARDIÇ-Sabah

30 Ocak 2009 Cuma

28 SUBAT SURECİ BİTTİ


laikçileri ve ergeneakon avukatlarını kızdıracak bir açıklama bakalım görelim daha neler oalcak

28 ŞUBAT SÜRECİ BİTTİ
TBMM eski Başkanı Bülent Arınç, '28 Şubat 1000 yıl sürer" diyen Genelkurmay eski Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu ile ilgili çarpıcı açıklamalar yaptı: "28 Şubat süreci siyaseten bitti. Bin yıl devam eder diyenler de bitti.' ..
TBMM eski Başkanı, AK Parti Manisa milletvekili Bülent Arınç, son günlere damgasını vuran Ergenekon soruşturması, yerel seçimler ve tarihe postmodern darbe olarak geçen 28 Şubat sürecine ilişkin çarpıcı açıklamalarda bulundu. Gazeteci Ömer Şahin'in hazırlayıp sunduğu Kanala TV'deki Görüş Farkı' programda konuşan Arınç, Ergenekon operasyonununda da adı sıkça geçen ve '28 Şubat bin yıl sürer diyen' emekli Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu'na yüklendi. 28 Şubat sürecinin bittiğini belirten Arınç, "28 Şubat bin yıl sürer diyenler de bitti" dedi.
Arınç, halen cezaevinde olan emekli Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur'un talimatı ile 2003 yılında annesinin evinin "irtica" gerekçesiyle aranmak istenmesine ilişkin de ilk kez konuştu. Arınç, "Eruygur hasta. İyileşsin konuşacağım" derken ev aramasını yaptıracak olan Erdal Sarızeybek'i "Efsane Albay diye şişirilen kişi" diye niteledi. Arınç, CHP'nin İstanbul adayı Kemal Kılıçdaroğlu'nu da polisiye romanların hayali dedektifi Sherlock Holmes'a benzetti.
Ergenekon'dan halen tutuklu olan eski Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur'un görev
başında olduğu dönemde TBMM Başkanı olan Bülent Arınç'ın Manisa'da annesine ait olan evi aranmak istenmişti. 2003 yılında "irticai" gerekçe ile teşebbüs edilen ancak gerçekleşmeyen arama olayını o dönem Manisa'da Jandarma Komutanı olan Erdal Sarızeybek, "Ya Gazi Paşa Duyarsa" isimli kitabında yazmış, Arınç da olayı doğrulamıştı. Bülent Arınç, bu konudaki suskunluğunu "Görüş Farkı" programında bozdu. Ömer Şahin'in bu konudaki sorusuna cevap veren Arınç, "Sayın Eruygur'un rahatsız olduğunu, tedavi gördüğünü biliyorum. İyileşsin o zaman konuşurum. Ancak Show TV'nin efsane albay diye şişirdiği bir insan var (Erdal Sarızeybek). Eruygur'un talimatı ile yaptı. Onun da kafasında öbür tarafa yaranmak, general olmak vardı. Kayseri'de Abdullah Bey'le, Manisa'da benle, başka yerlerde de bir başkası için sürekli istihbarat toplanıyor, incelemeler yapılıyordu. Daha fazlasını söyleyemem. İyileşsin ondan sonra söyleyeyim." Arınç, Şahin'in, "Peki, Eruygur ve Tolon'un tutuklanmasına üzüldünüz mü?" sorusuna ise "Duygularımı ekran önünde söyleyemem. Keşke söyleyebilseydim. Hepsini tanıyorum çünkü?." şeklinde imalı bir cevap verdi.
TBMM eski Başkanı Bülent Arınç, Ergenekon operasyonunun 28 Şubat'ın rövanşı olarak görülmesinin çok saçma bir düşünce olduğunu savunurken "28 Şubat 1000 yıl sürer" diyen Genelkurmay eski Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu ile ilgili çarpıcı açıklamalar yaptı: "28 Şubat süreci siyaseten bitti. Bin yıl devam eder diyenler de bitti. Şu anda Encümen-i Daniş üyesi sıfatı ile gelip Genelkurmay Başkanı'nı ziyaret etmek marifet değil. Bunun siyasi etkisi de olmaz, kimsede heyecan da uyandırmaz. Bundan heyecan duyan medyaya da herhalde gülüyorlardır."
TANK'A BALANS AYARI YAPANLAR NERDE? BEN NERDEYİM?
28 Şubat'ı yapan kadrolar ile o dönem mağdur olan siyasilerin 10 yıl sonra hangi noktalara geldiğini soran Bülent Arınç sözlerini şöyle sürdürdü: "28 Şubat ne amaçla, kime karşı yapıldı. Balans ayarını tankla yapmaya kalkanlar nerde şimdi? Balans ayarı sandık, seçimle oldu. Ezilen, horlanan insanlar siyaseten güçlü hale geldiler. Bir kısmı yönetimdeler. Ben o zaman RP'li idim. 28 Şubat Bana karşı yapıldı. Yargıtay Savcısı habis ur diyerek dava açtı. Şimdi bu şahsın yüzüne bakan var mı? Var, birkaç kişi bir araya gelince birbirinin yüzüne bakıyorlar. Ama biz varız. 5 yıl Meclis başkanlığı, Cumhurbaşkanı vekilliği yaptım. Biz fikirlerden dolayı bize karşı yapılan hareket geldi geçti, çok şükür biz bugün ülke yönetiminde varız, başkalarından daha iyi yönetip, Türkiye'yi ileriye götürüyoruz."
BAHÇELİ'YE ÖVGÜ, BAYKAL'A ELEŞTİRİ
Bülent Arınç, Ergenekon operasyonu konusunda MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin tutumunu överken, CHP lideri Deniz Baykal'ı ağır bir dille eleştirdi: "Bahçeli, cepheden karşı çıkmıyor. Hukuk sürecine özen istiyor" diyen Arınç'ın Baykal'la ilgili sözleri ise şöyle:
"Avukatlığa soyunmuş olması, bunu her yerde ifade ediyor olması bir siyasetçi için talihsizlik. Bunların sosyal demokrat parti lideri tarafından yapılmasını bazı CHP'lilerde endişeyle karşılıyor. Sayın Baykal, en azından merhum Ecevit'in bu konudaki çabalarını dikkate almalıydı. Türkiye, faili meçhulleri, siyasi suikastleri yaşadı. Darbeler, muhtıralar gördü. Bundan sevinç mi duyuyordu ki, bu çabalardan endişe duysun."
KILIÇDAROĞLU'NUN PSİKOLOJİSİ BOZULDU, KENDİNİ SHERLOCK HOLMES ZANNEDİYOR
Başbakan R.Tayyip Erdoğan ile CHP'nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu arasındaki polemiğe TBMM eski Başkanı Bülent Arınç da katıldı. Başarılı bir milletvekili olduğunu söylediği Kılıçdaroğlu'nun sürekli elinde kağıt sallayarak yolsuzluk suçlamaları yaptığını, insanları karaladığını vurgulayan Arınç, "Elinde bilgi, belge varsa bunu sallamayacak, yargıya vereceksiniz. İnsan utanır. Birisine hırsız demek suçtur. Savcı edası ile bir ile belediye başkanı olunmaz. Kılıçdaroğlu'nun psikolojisi bozulmuş. Kendini çok kaptırmış. Artık evinde de eşine çocuğuna karşı bu hale gelmiştir. Medyanın pohpohlaması ile kendisini Sherlock Holmes zannediyor. Eşine bile soracak, "bu yemeği yaparken niye ocağı yaktın? Bu saate kadar nerdeydin?" Herkesi hırsızlıkla suçlamak kötü psikolojik rahatsızlıktır. Kendisinde ayan beyan ortaya çıkmıştır. Başarılı olacağına inanmıyorum. Suçlayıcı olarak masumlara leke atmanın, kara çalmanın bugün prim yapsa bile yarın ne kendisine, ne ülkeye faydası olur." eleştirisinde bulundu.
MESUT YILMAZ MASUM DEĞİL, MİLLETTEN ÖZÜR DİLESİN
Mesut Yılmaz'ın Başbakanlık, Dışişleri Bakanlığı gibi üst düzey görevler yaptığın hatırlatan Bülent Arınç, sorumluluk mevkiinde bulunan bir insan olarak geçmişte yaşananlarda pay sahibi olduğunu söyledi. Arınç, "Rahmetli Özal'a kongre sırasında suikast teşebbüsünü gören gözlerin bunun arka planını, daha sonrasının da geleceğini düşünerek çok iyi çalışmalar yapması gerekirdi. 28 Şubat'ta yaptıklarını bu açıdan yapsaydı netice alırdı. Yani çok masum olduğunu söyleyemem. Söylediği engeller her dönemdeki iktidarın önüne çıkmıştır. Güçlü siyasi irade şimdi olduğu gibi engelleri aşar. İnşallah geçmiş dönemlerde kendi sebep oldukları olumsuzlukları Türk milleti önünde özür dileyecek duruma gelmesini arzu ederim. Mesut Yılmaz özür dilemeli. Siyaset sorumluluk işidir. Geçmişte olan hadiselerde var olacağım, bu hadiselerde katkım olmadığını söyleyeceğim bu inandırıcı olmaz. Mesut Yılmaz'ın o zaman olup bitenlerden üzüldüğünü de pek görmedik. Ama biz gücümüz varken yapamadıklarımızın hicabını duyduk, ızdırabını yaşadık."
REFAHYOL KEŞKE SUSURLUK'TAN YIKILSAYDI
Bülent Arınç, RP'de olduğu dönümde Erbakan Hoca'nın Susurluk olayıyla ilgili söylediği "faso,fiso", "glu, glu dansı" sözlerine de özeleştiride bulundu. Dönemin Başbakanı Erbakan'ın DYP
ile koalisyonu yıkmamak adına böyle bir tavır sergilediğini ifade eden Arınç, "Susurluk ciddiye alınmamakla yanlışlık yapıldı. Başka sebeple yıkılan hükümet keşke Susurluk'tan dolayı bitseydi. 28 Şubat'ın içinde bir tane RP'li, anası-babası ve yedi ceddi RP'li olan yoktu. Ama ortağımızın büyük kısmı bunun içinde idi."
ERGENEKON'UN ADI GÜZEL DEĞİL
Bazı çevrelerin "Ergenekon" ismine yaptığı itiraza Bülent Arınç'dan da dolaylı destek geldi. Ergenekon'un Türk tarihindeki yerine işaret eden Arınç, "Örgütün adını biz koymadık. Güzel de bir isim değil. Türk mitolojisinde, tarihinde önemli yer işgal etmiş bir kavramı suç, terör örgütüne vermek doğru değil. Ama örgüt adını kendisi koymuş." dedi.
GÖKÇEK BAŞARILI VE KAZANACAK
AK Parti'nin yerel seçimlerde başarılı olacağını, Ankara ve İstanbul'u kesinlikle kazanacaklarını savunan Bülent Arınç, "Melih Gökçek, başarılı bir belediye başkanı. Belediye Başkanı olarak Türkiye'de ilk 3-5 isimden birisidir. Tekrar kazanacağına inanıyorum. İzmir'de Taha Bey çok iyi bir tercih. Burada ise kazanmaya yakın olduğumuzu düşünüyorum." yorumunda bulundu.
Zaman

29 Ocak 2009 Perşembe

İSRAİLE TOKAT GİBİ CEVAP

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Davos'ta Dünya Ekonomik Forumu kapsamında gerçekleştirilen ''Gazze Orta Doğu'da Barış Modeli'' oturumunda, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'in eleştirilerini yanıtlarken panel yöneticisinin sürenin bittiğini gerekçe göstererek konuşmasını kesmesi üzerine bundan sonra Davos toplantılarına katılmayacağını açıklayarak salondan ayrıldı.
Davos'ta Dünya Ekonomik Formu'na katılan Başbakan Erdoğan, İsrail Cumhurbaşkanı Peres'i, Filistin'e orantısız güç kullanmakla suçladı, Peres yüksek sesle, Erdoğan'a haklı olduklarını iddiasını dile getirdi.
İŞTE ERDOĞAN'IN KONUŞMASI
Dünya Ekonomik Forumu kapsamında düzenlenen ''Gazze Orta Doğu'da Barış Modeli'' oturumuna katılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ''İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'in 25 dakika, kendisinin ise 12 dakika konuşturulduğunu'' belirterek, ''Bu kadar önemli bir konuyu görüşeceğimiz bir yerde kalkıp da bunu yarım saat, 35 dakikaya sıkıştıramazsınız. Bundan sonra da Davos'a katılmam'' dedi.
Erdoğan, Davos'ta Dünya Ekonomik Forumu kapsamında gerçekleştirilen ''Gazze Orta Doğu'da Barış Modeli'' oturumunda, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'in eleştirilerini yanıtlarken panel yöneticisinin sürenin bittiğini gerekçe göstererek konuşmasını kesmesi üzerine, ''Davos'a bir daha katılmam'' diyerek salondan ayrıldı.
Başbakan Erdoğan, çıkışta gazetecilerin soruları üzerine şunları söyledi:
''Burada herkese aynı dakikayı verirler ona saygıyı duyarım, ama herkese aynı dakikayı vermedikleri zaman ona saygı duymam. Nitekim burada aynı dakikayı vermemişlerdir. Gördüğünüz gibi Şimon Peres'i 25 dakika konuşturmuşlardır, 12 dakika bizi konuşturmuşlardır. Bundan sonra da söz kesmek üzerine bina edilmiş bir anlayış. Bu kadar önemli bir konuyu görüşeceğimiz bir yerde kalkıp da bunu yarım saat, 35 dakikaya sıkıştıramazsınız. Bundan sonra da Davos'a katılmam.''
Bir gazetecinin İsrail Cumhurbaşkanı Peres'in ''bağırarak konuştuğunu'' söylemesi üzerine Erdoğan, ''O da suçluluk psikolojisinin bir gereği. Suçlu olan bağırır. Suçun yoksa niçin bağırıyorsun'' değerlendirmesinde bulundu.

28 Ocak 2009 Çarşamba

BRE SALAK!

Uğur Mumcu'yu, Atatürkçülük maskesini senin gibilere pek güzel yutturanlar öldürdüler, bre salak! - Engin Ardıç'ın yazısı...
Solcu olunca salak da olmak şart mıdır?
Bundan on dört yıl kadar önce, o sıralar yorumculuk yaptığım televizyon kanalındaki haberci arkadaşlar, Uğur Mumcu'nun katilini ortaya çıkardılar! Arabaya bombayı koyan herifi...
Pardon, "iddia olunan" diyecekmişiz bundan böyle... "Sözde Ermeni kırımı" gibi bir şey...
"Sözde katile" yakalanırsa deli numarası yapması öğretilmişti, o da öyle yaptı.
O zamanın başsavcısı, adamı içeri almadı, hayır, tuttu bizim arkadaşları içeri aldı.
Emekli olunca da gitti, bizi hiç şaşırtmayan bir şey yaptı, MHP'ye üye oldu. Fakat oraya da nizam ve intizam vermeye kalkınca, fazla barınamadı partide...
Konu da kapandı. "Sözde katile" ne oldu, öğrenemedik. Umarım geçici bir süre içeri alınan arkadaşlar o günleri anlatırlar da hem biz ayrıntıları hatırlarız, hem de halk öğrenir.
Uğur Mumcu, ölümünün on altıncı yıldönümünde törenlerle anılıyor.
On altı yıldır birçok ahmak da Uğur Mumcu'nun "Atatürkçü olduğu için öldürüldüğünü" sanıyor!
Çünkü katilleri, cinayetin toplumda böyle algılanmasını istemişlerdi... Yazıya oturunca papağan gibi "Emeç, Üçok, Cömert, Hablemitoğlu, Kışlalı, Mumcu" isimlerini ardarda sıralamayı marifet sanan birçok basın ahmağı da buna farkında olmadan pek güzel çanak tuttu...
Uğur Mumcu, "kontrgerillayı deşifre etmeye çok yaklaştığı" için öldürüldü. Özellikle örgütün uyuşturucu ve silah trafiği üzerinde duruyor, mafya bağlantılarını inceliyordu. 12 Eylül ortamını yaratmak için kurulmuş tezgâhlarda örgütün "öncü parmağını" ortaya çıkarmak üzereydi.
Yani bugünkü "Ergenekon var mı yok mu" tartışmasını daha o zamanlar "aşmıştı", bu da onun sonunu getirdi, alçakça katledildi.
Pardon yahu, "iddia olunan Ergenekon örgütü" diyecektik.
Törenlerle anılıyor. "Atam, izindeyiz" muhabbeti gibi "Mumcu, izindeyiz" nutukları atılıyor.
Sonra da dönüp Ergenekon soruşturması sulandırılmaya, saptırılmaya, küçümsenmeye çalışılıyor.
Hükümete duydukları nefret gözlerini öyle bir karartmış ki, utanç verici saçmalıklar ve aymazlıklar sergiliyorlar.
Patronları ve yöneticileri tarafından hangi çıkar kavgasında kullanıldıklarını da ya görmezden geliyorlar ya da göremeyecek kadar zavallı bunlar.
Atıp tutuyorlar: Yiğidim aslanım, sana söz veriyoruz, yemin ediyoruz, gerekirse gittiğin yolda biz de öleceğiz ama dönmeyeceğiz!
Sonra da hükümete, savcılara, polislere "giydirmece" ... Atatürkçüler baskı altındaymış.
Uğur Mumcu'yu, Atatürkçülük maskesini senin gibilere pek güzel yutturanlar öldürdüler, bre salak!
Pardon, "öyle olduğu iddia olunuyor" diyelim de başımıza dert almayalım.
Faşistlerle ittifak yapmanın ayıbı da solcu bozuntularına yetsin.


Engin Ardıç - Sabah

27 Ocak 2009 Salı

Tiyatrocu ve dizi oyuncusu Atilla Olgaç'ın ifşaatı, acaba geçenlerde intihar eden eski Diyarbakır JİTEM Grup Komutanı, emekli albay Abdülkerim Kırca'nın durumuna bir açıklık getirebilir mi?
Olgaç'tan başlayalım. Kurtlar Vadisi dizisinin oyuncusu, 35 yıl önce, Kıbrıs Harekâtı sırasında olanları şöyle anlatıyor: "Komutana, 'Yapamam, adam öldüremem, ben sanatçıyım' dedim. 'Burada sanat bitti. Burası gerçek hayat, savaş. Emir verdim mi öldüreceksin' dedi. İlk öldürdüğüm çocuk 19 yaşında, esir düşmüş bir askerdi. Silahı yüzüne doğrulttuğumda yüzüme tükürdü . Alnından vurdum, öldü." Daha sonra 9 kişiyi daha öldürdüğünü söyleyen Olgaç şöyle devam ediyor: "Öldürdükten sonra gidip karargâhta ağlıyor, ertesi gün yine öldürüyordum. Rüyamdan çıkmıyor . Uzun süre psikolojik tedavi gördüm. Bu yüzden hâlâ et yiyemiyorum . Kan göremiyorum. Aklıma öldürdüğüm çocuklar, kokmuş cesetler geliyor." (Olgaç bu sözleri dün reddetti. Yerseniz!)
Normal insan işte böyledir. Öldürmek, ölümü izlemek, kan çıkarmak ve akan kana bakmak kolay bir iş değildir.Bu gerilime dayanmak, stresi azaltmak için başvurulan yollardan biri de itiraf ve ifşaattır. Yapan söylemek ister.Bizde, asker millet mitolojisine uygun olarak savaşçıların gerçek halleri gizlenmeye çalışılır.Ancak gerçek değişmez: Ölülerin görüntüleri birçok askerin rüyasına girer, ruhsal yapısını bozar.Biliyoruz: 25'inci yılına girdiğimiz iç savaşta birçok görevli Güneydoğu Sendromu'na yakalandı. Orada yaşadığı travmayı atlatamadı. Mesele uzaktaki bir PKK militanını çatışmada öldürmek değildi. O, işin nispeten kolay yanıydı.Ancak bir de, bilhassa 1990'larda, yani özel harbin Susurluk aşamasında, gariban vatandaşları, suçsuz köylüleri dizüstü çöktürüp başlarına kurşun sıkanlar vardı.Psikopat görevliler o günleri çoktan unutmuş ya da böbürlenerek anlatıyor olabilir.Peki ya, emirle ya da o sırada inandığı için bunu yapanlar? Ama sonra pişman olanlar? Kâbuslarla uyananlar?
Bir çatışmada yaralanıp felç olan Albay Kırca acaba bu durumu ruh dünyasında nasıl yaşıyordu? Elbette büyüklerine, Vatan sağ olsun diyordu. Ona şüphe yok. Ama içinden neler geçiyordu? Fotoğrafı medyada yer aldı: Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, 2004'te Kırca'ya, Devlet Övünç Madalyası takmakta. Emekli ve felçli askerin tam o sırada mutlu göründüğünü söylemek pek mümkün değil.Abdülkerim Kırca acaba niye intihar etti? Suçu medyaya yüklemeye çalışıyorlar ama gerçeğin bu olmadığını biliyoruz.Kırca'nın vukuatı ilk kez yayınlansaydı; belki... Ama yıllardır yazılıyor, söyleniyor. Peki, mesela üç yıl öncesiyle bugün arasında nasıl bir fark var? Ergenekon soruşturması mı? Yaptıklarının ortaya çıkma olasılığı mı? Acaba " Ya madalyamı geri alırlarsa " diye düşündü mü? Faili meçhullerin, birer zombi gibi, taşsız ve yazısız mezarlarından kalkıp üstüne üstüne geldiği karabasanlar görmemek için sabahlara kadar televizyon mu izledi? Burnunun ucunu yalayıp duran kan kokusundan kurtulmak için viks kullandı mı? Keşke yaşasaydı da Kırca'nın hem iç, hem de dış gerçeğini öğrenebilseydik.
EMRE AKÖZ - SABAH

26 Ocak 2009 Pazartesi

YENİ DALGA

Yeni dalga
Yeni bir gözaltı dalgasının olacağını tahmin etmiyordum. Ancak beklentimin aksi oldu. Önce yeni bir dalgayı tanımlamamız gerekir. Soruşturma sürecinde geçmişte gözaltına alınanlarla aynı kategoride olan ve sorgulamalarla ortaya çıkan kişilerin gözaltına alınması yeni bir dalga değildir. Bu nedenle gözaltına alınanların sadece bir bölümü yeni dalga sayılır. Yani ART televizyonuyla ve Metal İş sendikasıyla bağlantılı olarak gözaltına alınanlar yeni bir dalgadır.
Soruşturmanın TSK içine yayılmasının ya da siyasi bir nitelik kazanmasının bir tırmanma olacağını ve bunun hem soruşturmayı hem de istikrarı olumsuz etkileyeceğini düşünüyordum.
Ancak hukuki bir süreçte bu gibi endişelere yer olmadığını, sonuç ne olursa olsun kanunun emrettiğinin yapılacağını gözardı ediyordum. Ayrıca topluma egemen kılınan düşüncenin de hukukun üstünlüğü olduğunu ve onun nihai belirleyici sayılması gerektiğini hesaplamamıştım.
Topluma zaman içinde farklı kutsallar empoze edilir. Bazen güvenlik ön plana çıkarılır ve Ordunun her yaptığı doğru kabul edilir. Bazen de egemenliğin kayıtsız şartsız millette olduğu ve nihai kararı milletin temsilcilerinin vereceği söylenir. Günümüzde hukuk bu hiyerarşinin en üst noktasına taşındı ve hukuk kutsallaştırıldı. Bu durumda hukuk neyi emrediyorsa o yapılmalıydı ve ortaya çıkacak sonuçlar herkesin katlanması gereken maliyetlerdi.
Burada bir ikilemle karşı karşıyayız, Devlet kural demektir ve buna uyulması zorunludur ama ortaya çıkan sonuçlar ciddi sorunlar doğurabilir. Bu sonuçlara katlanmak istemeyenler ‘Mesele vatansa gerisi teferruattır’ demiş ve hiçbir kurala uymak zorunda olmadıklarını düşünmüşlerdir. Geçmişte yaşadığımız kanunsuzluklar bir devletin savunamayacağı boyuttadır. Bunlarla aynı yerde olamazdım ve kanunlara uygun olarak yapılan eylemlere karşı çıkamazdım. Bu nedenle yeni dalgayı, yaratabileceği tüm olumsuzluklara rağmen, kabul etmek zorundaydım. Ancak doğacak sonuçları söylemek alınan kararlara karşı çıkmak değildir ve nelerle karşılaşacağımızın analizidir.
Yeni dalga, düşündüğüm gibi, siyasi bir tavır olarak algılandı ve CHP ile DSP tepki gösterdi Türk-İş ve bazı sendikalar benzer bir tavır sergiledi.
Bugüne kadar büyük çoğunluk tarafından desteklenen, desteklemeyenlerin de sessiz kalmayı tercih ettiği soruşturma sürecine itirazlar arttı. Bazı medya organlarının destekleyici tavrı aşırı ve taraflı olarak nitelenmeye başladı. Tutarsız davranışlar sergileyen Tuncay Güney’in süreçte oynadığı rol ve televizyondaki sözleri tartışma yarattı.
Olanlardan bir ders çıkarılabilir. Bir kişiyi suçlarken bile tarafsız bir tavır sergilemek, suçlamaları sınırlı tutmak ve onun haklarına da saygı gösterildiği intibaının yaratılması son derece önemlidir. Yani yargılayanlar yargılananlara ‘Sana düşman değilim hatta kişi olarak seni sevdiğim bile söylenebilir. Senin hakkındaki kararı ben değil kanunlar veriyor’ demiş gibi olmalılar.
Olumsuzluklarında bile güzellik olan devletler büyüktür. İnsanlar görevlerini yaparken devletlerini de tarif ettiklerini gözardı etmemelidir.
STAR

25 Ocak 2009 Pazar

İTİRAFCI GEYİGİ

İtirafçı geyiği
Bir PKK itirafçısı, "şaibeli" bir emekli albayı suçladı, adam da intihar etti. Eski PKK üyesinin de albayın da adını ha deyince hatırlayamadım, kalkıp gazeteye de bakmadım, yok, üşendiğimden değil... Çünkü önemli olan isimler değil, Ahmet olur Mehmet olur. Önemli olan, konumlar.
Cenazeye de ordunun üst kademesi "tam kadro" katıldı.
Bütün bunlar, medyadaki gizli ya da açık Ergenekon "sempatizanları" tarafından "zinde kuvvetlerin şanlı tepkisi" falan havasında verildi... Ordu -hele şükür!- ağırlığını koymuştu.
Suçlu olarak da "yandaş medya" gösterildi tabii, hükümeti tutan bir gazete "itirafçının iftiralarını" yayınlamış da rahmetli de bütün bunları onuruna yedirememiş...
Hatta bu gazeteye "şerefsiz basın" diyecek kadar da ileri gidildi.
İleri gidenler kimlerdi? "Hükümetten kuyruk acısı" olanlar. Hükümetin yeminli düşmanları.
Belki doğrudur. Rahmetliye yöneltilen suçlamalar yıllardır "CHP medyasında" da çarşaf çarşaf yer almış olsa bile, belki bu sonuncusu rahmetlinin bardağını taşıran son damla olmuştur. (O zaman şu "şeref" meselesi de tartışmaya açık hale gelir ve bundan kimin zararlı çıkacağı da belli olmaz ha!)
Belki bunalıma yeni girmiştir, belki eskiden beri bunalımdaydı, belki sakat sakat tutuklanmaktan ve eziyet çekmekten kaçındı (tekerlekli iskemlede yaşıyordu), belki yolun sonunda olduğunu anladı...
Çünkü suçlamalar "müebbetlik" suçlamalardı, eskiden olsa "idamlık".
İş "yeni bir Mustafa Muğlalı olayına" doğru gidiyordu ne yazık ki...
Her neyse, ona Tanrı'dan rahmet, kederli ailesine başsağlığı... Elbette.
De, benim kafama takılan şu:
"İtirafçılık" denilen "müesseseyi" bu ülkeye babam mı getirdi kurdu?
Pişman olanın cezasını hafifleten, onu özel korumaya alan, yeni kimlik veren, hatta suratının orasını burasını bile estetik ameliyatla değiştiren siz değil misiniz?
Bu ayrıcalık, birçok gazimizde "biz bunun için mi dövüştük" şeklinde bir tepkiye bile yol açmadı mı?
Bir itirafçının itirafları nereye kadar makbul, nereden sonra tu kaka?
Bunun bir ölçüsü, bir sınırı var mı?
Örneğin "evet biz devleti bölmek istemiştik, şu şu şu haltları yedik" dediği zaman kucaklayıp bağışlayacaksınız, "ama devlet adına da şu kişiler şu suçları işlemişti" diye öttüğü zaman mı karşı çıkacaksınız?
"İşimize gelen itirafçı iyidir, işimize gelmeyen itirafçı kötüdür" diye bir nalıncı keseri var mı yahu?
Pandora'nın kutusunu ağzına kadar açacaksın, sonra da kutudan pis kokular çıktı diye bozulacaksın... Var mı böyle bir çifte standart?
Şeref kumkuması basın, hadi bunu da yazın bakalım.
sabah

24 Ocak 2009 Cumartesi

KUS MU KONDURACAK?

Kuş mu konduracak?
Deniz Baykal, belediye başkanlığına İstanbul'da Kemal Kılıçdaroğlu'nu aday gösteriyor.
Bu kararda ne kadar kendi tercihi, ne kadar "gaz veren CHP medyası" etken olmuştur, bilemeyiz tabii.
Bir anket yayınladılar, buna göre CHP herhangi birini aday gösterirse İstanbul'da AKP kazanırmış ama Kılıçdaroğlu'nu gösterirse CHP kazanırmış...
Önceki yıl tanık olduğumuz rezilliklerden sonra, hele bu yayınları yapanların "cibilliyetini" de bildiğimize göre, Tarhan Erdem'den başka hiçkimsenin yaptığı hiçbir anketi ciddiye almayız ama gene de avukat ağzıyla konuşalım ve "bir an için" öyle olduğunu kabul edelim...
Fakat aynı CHP medyası, belediyeyle yetinmedi, Kılıçdaroğlu'nu "Baykal'ın yerinde, partinin başında" görmek istediğini de belirtti.
Dolayısıyla ortaya şu sorular çıktı:
Acaba Baykal, Kılıçdaroğlu'yla belediyeyi kazanacağına gerçekten inanıyor mu?
Yoksa, Kılıçdaroğlu'nun kaybedeceğini sezerek onu ateşe atmak ve "en tehlikeli rakibinin gücünü" bu şekilde kırmak, onu "pasifize" etmek gibi bir hesabın mı peşinde?
Televizyonda Melih Gökçek'in "tozunu atan" adamı niçin Ankara'dan aday yapmamış, doğrudan Gökçek'in karşısına getirmemiştir? Diye de sorarlar hani...
Her neyse, gene avukat ağzıyla konuşalım ve bir an için Kılıçdaroğlu'nun İstanbul belediye başkanı olduğunu düşünelim...
Tipik bir Ankara çocuğu, halim selim bir memur emeklisi, elhak namuslu ve temiz bir adam da olan Kılıçdaroğlu, bu cehennemde ne yapacaktır?
Bu korkunç ahtapotun hangi kolunu tutup da bükecektir?
Kılıçdaroğlu'nu İstanbul'un bir köşesine bıraksak, yolu bulup da Taksim'e çıkabilir mi acaba?
Belediyeciliğin b'si hakkında en küçük bir deneyimi, bu alanda herhangi bir "pilanı, porocesi ve poroğramı" var mıdır?
Yoksa bütün İttihatçılar gibi "hele bir iktidara gelelim, gerisi Allah kerim" kafasında mıdır?
Elhak "yemeyecek ve yedirmeyecek" olan Kılıçdaroğlu'nun dönemi, kendine sosyaldemokrat süsü vermiş bir başka başkan gibi, Nurettin Sözen dönemi gibi "fiyaskoyla sonuçlanmaya" mahkûm mudur yoksa? Yani ne yapacaktır Sayın Kılıçdaroğlu, kuş mu konduracaktır? Yoksa İstanbul kendisine sekiz numara büyük mü gelecektir?
Onu bırakın, partisinin İstanbul'a yönelik herhangi bir politikası, İstanbul'u bırakın Türkiye hakkında bir öngörüsü, bir hazırlığı, bir iddiası var mıdır acaba?
Ama mesele yalnızca "İstanbul'u Tayyip'in elinden almak" gibi bir basitlik ve ucuzluktan ibaretse, lafımız kalmaz.
Tabii "gazcıların" doğru söylediklerini, İstanbul'u CHP'nin kazandığını varsayarak yazdık bütün bunları.
Göreceğiz bakalım. Biz o gazcıların "vallahi billahi bundan sonra yalan yazmayacağız" diye manşet atmış olduklarını da hatırlarız, çok şükür henüz bunamadık. Hani şu "ne gazeteciliği kardeşim, biz burada dükkân açtık para kazanıyoruz" diyen takım canım!..
Burunları uzar mı uzamaz mı, iki ay sonra görürüz.
SABAH