30 Aralık 2008 Salı

CUMHURBASKANİ TARAFSİZ DEGİL

Komediye bakarmısınız bir haber okudum belkide 2008'in en komik,gülünç bir o akdar daiğrenç açıklması diyebilirim.Büyük adam,Erganekon avukatı,hangi taşı kaldırsanız onun çıktığı hemen avukatlığa soyunduğu gerçekte korkuyorum yarın İsrailede avukatlık yapacak diye büyük bir laf etmiş Cumhurbaşkanı tarfszı değilmiş bak sen Sizin demoktrat Ahmet efendi çok bağımsızdı değil mi? Ya adam da utanma bile yok,insandan allah korkar,Başbakanın çoçuğunun doktorunu atamış.. ne yapsaydı chp den,Tikko dan,dev sol üyesi falan birini mi atamalıydı,Haklısın halkın değerlerini hiçe saymalı,insanları ağlatmalı,insanlarla barışık olmamalı,fil kulelerinden bakmalı,çeteci olmalı,erganekoncu,maocu olmalı yada doğan medyasında olmalı kusuruna bakmayın sizin kriterlere uymamış bence hemen Anayasa Mahkemesine müraccat edin pardon orada şimdiler de karar alamamakta Danıştay ayda YARSAV'a müracaat edin hemen aşağı etsinler.Allahtan korkmuyorsunuz vede inanmıyorsunuz hiç değilse utanma arınız olsun ve maziye biraz bakın ne kadar tarfsız bir Cumhurbaşkanı vardı.Yılın son komedi açıklamsı bu ve sizleri gülmek üzere hemde katila katila gülmek üzere Zatı muhteremin açıklması ile başbaşa bırakıyorum.....


CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, 'Son rektör ataması göstermiştir ki artık Cumhurbaşkanı'nın tarafsızlığından söz etmek mümkün değildir' dedi
CHP Merkez Yönetim Kurulu (MYK) Genel Başkan Baykal başkanlığında toplandı. Alınan bilgiye göre, MYK'nın 2008 yılındaki son toplantısında Baykal, genel değerlendirmede bulundu.
2008 yılının önemli bir yıl olduğunu vurgulayan Baykal, AKP'nin 22 Temmuz seçimlerinden sonra yeni bir yola girdiğini ifade etti. Ülke sorunlarının 2008'in ortalarından itibaren, uluslararası krizin de etkisiyle kendisini daha çok hissettirdiğini belirten Baykal, CHP'nin zamanında gerekli uyarıları yaptığını, ancak bunların görmezden gelindiğini bildirdi.
''AKP'nin devletin temel düzeni ve laiklikle ilgili anlayışının ciddi bir tehdit oluşturduğunu anlatmaya çalıştıklarını ve milleti göreve çağırdıklarını'' kaydeden Baykal, AKP'nin 22 Temmuz seçimlerinde aldığı yüzde 47 oyu taşıyamadığını söyledi.
Cumhurbaşkanlığı seçiminin çok önemli bir kırılma noktası olduğunu, bu seçimden sonra toplumdaki tereddütlerin arttığını dile getiren Baykal, ''Cumhurbaşkanı ciddi bir hakemlik görevi olmasına rağmen, Cumhurbaşkanı Gül bunu yapamıyor. Son rektör ataması göstermiştir ki artık Cumhurbaşkanı'nın tarafsızlığından söz etmek mümkün değildir. YÖK'te yapılan atamalarla üniversiteler AKP'nin kontrolüne geçmiştir. İstanbul Üniversitesi'ndeki atama bunun göstergesidir. Öğretim üyelerinin tercihi yerine Başbakan'ın doktoru atanmıştır'' değerlendirmesinde bulundu.
CHP Genel Başkanı Baykal, AKP'nin hedefinin üniversiteler ve yüksek yargıyı ele geçirmek olduğunu savunarak, adım adım gerçekleştirilen uygulamaların bu niyeti ortaya koyduğunu kaydetti. Haberleşme özgürlüğü ile medyanın bilgilendirme özgürlüğüne yönelik tehditler olduğunu anlatan Baykal, MİT ve Emniyet'e verilen dinleme yetkisini de ''çok vahim'' olarak nitelendirdi.
AKP Hükümeti döneminde yolsuzlukların da hız kazandığını iddia eden Baykal, buradan elde edilen paraların siyasi hedefler için kullanıldığını söyledi. Baykal, 2008 yılının CHP'nin daha iyi anlaşıldığı bir yıl olduğunu dile getirerek, CHP'nin din düşmanı, milliyetçilikten uzak olduğu yönündeki iddiaların gerçeği yansıtmadığının da anlaşıldığını bildirdi.
Bu yılın CHP etrafındaki peşin hükümlerin ortadan kaldırıldığı bir yıl olduğunu kaydeden Baykal, partisinin etnik ve mezhepsel siyaset yapmayan bir anlayışa sahip olduğunu vurguladı.

26 Aralık 2008 Cuma


Biz, memleketin başına bela olan ve ‘sorun’ potansiyeli yüksek Özkök’ten söz ediyoruz. Hayır, ‘Ettiğim yemine sadık kalarak siyaseti TSK’ya sokmamaya gayret ettim. Kanunların yapmamamı söylediklerini yapmadım. Demokrat tavır koymasaydım, hükümetle alenen söz düellosu yapsaydım beni coşkuyla alkışlayacaklar vardı. Ama ben kendimi kimseye dalkavukluk yapmak zorunda hissetmedim’ diyen eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ten sözetmiyorum. Burada bir sorun yok. Hilmi Özkök, olsa olsa ‘sorunsal’ olur... Kendisini ‘gereğinde fazla demokrat’ bulanlar açısından ciddi bir sorunsal üstelik...Biz, memleketin başına bela olan ve ‘sorun’ potansiyeli yüksek Özkök’ten söz ediyoruz. Hemen aklımıza, yemeyip içmeyip, ‘Orhan Pamuk niçin Ermeni bildirisine imza atmadı?’ sorusunun peşine düşen ve bulduğu cevaplarla hem göz önünde olmamayı tercih eden romancıyı, hem de bildiriye imza atmış aydınları sıkıntıya sokan ‘müseccel Özkök’ geliyor. Eh, gelmesi doğaldır. Handiyse onsuz bir günümüz geçmiyor. Bütün spekülatif ve manipülatif yazıların altında onun imzası var. Eskiden ‘kurnaz’ olduğunu düşünürdüm. Kötü niyetli bir adammış da... Hani, ‘Bu ülkede hiçbir Türk milliyetçisi, Kürt komşularının kapısına çarpı işareti koymadı’, diyordu, insanın o dakka Türk milliyetçisi olup Kürt komşularının kapısına çarpı işareti koyası geliyordu ya... Buna benzer bir kötü niyet... Yanlış anlamamalıymışız... Niyeti insanları üzmek ve rahatsız etmek değilmiş. Ama bir gazeteci olarak ‘gerçekleri öğrenmeye ve kamuoyuyla paylaşmaya’ hakkı varmış. Dolayısıyla Nobel’li yazarımız Orhan Pamuk’tan da o sorunun cevabını mutlaka almalıymış. Niçin ‘özür diliyorum bildirisine’ imza atmamış? Herkesler katılmış, o nerelerdeymiş? Çekindiği bir şey mi varmış? Bildiride dile getirilenleri yersiz ve sığ mı bulmuş? Gerek mi duymamış? Ne olmuş? Ne desin Orhan Pamuk? Hangi cevabı verse, karşısına ‘1 milyon Ermeni, 30 bin Kürt kestik’ sözleri çıkarılacak. Ertuğrul Özkök de bunu yapıyor. Hem güya ‘durumu’ anlamaya çalışıyor, hem de bildiriye imza atmayan romancının vaktiyle hiç korkmadan bu sözleri sarfettiğini hatırlatarak ‘ulusal nefretimizi’ ayakta tutuyor. Demek istiyor ki, ‘Madem 1 milyon Ermeni kestiğimizi söyleyecek kadar ileri gittin... İşimizi kolaylaştırmak adına, biraz daha ileri gidip şu bildiriye de bir imza koysaydın ne olurdu sanki?’ Öyle bir hal ki... İmza atsan kurtulamıyorsun. İmza atmasan, yine kurtulamıyorsun. İmza atsan, ‘Bakın görün, ülkemizi jurnalleyenler bildiriyi nasıl da destekliyor’ durumu yaratılacak. İmza atmasan, ‘Bu ne hain amaçlı bildiri böyle... Ülkemizi jurnalleyenler bile imza atmaktan kaçınıyor...’ olacak. Ne yapsın Orhan Pamuk? Bir gazeteci merakından daha fazlasını barındıran bu ‘tecessüs’ karşısında nasıl bir pozisyon alsın? Ben Orhan Pamuk’un yerinde olsam, ‘sana ne’ derdim. Sana ne kardeşim... Hatta, daha da ileri gidip, bu tecessüsün ‘pornografik merak’tan kaynaklandığını; pornografik merakın ‘bireysel faşizmleri’, bireysel faşizmlerin de ‘kurumsal faşizmleri’ doğurduğunu söylerdim. Ertuğrul Özkök anlar mıydı, bilmem. Şaraptan anlıyor, müzikten anlıyor, güzel kadından anlıyor. Sosyolog olduğunu da söylüyor. Bunu da anlasın artık.

25 Aralık 2008 Perşembe

Niçin 'özür dilemiyorum'?


Mümtazer

Türköne

"1925 olaylarından zarar gören Ermenilerden Özür diliyorum" kampanyasına niçin imza atmadığını ve katılmadığını Şahin Alpay'ın "Niçin 'özür diliyorum'? " yazıyla aynı gün "Niçin 'özür dilemiyorum'?" başlığı ile Zaman Gazetesindeki köşesinde yazdı....



Niçin

'özür

dilemiyorum'?


"Özür" bildirisini yanlış buldum. Usul ve esasa dair yanlışlıklardan önce, bildirinin kısa içeriği ile maksadı arasında da uçurum var. Yol açtığı akla zarar tartışmalar ve anlamsız kutuplaşmalar başka bir şeyin değil doğrudan bu hataların ürünü.
Önce iki cümleden mürekkep bildiriyi hatırlayalım: "1915'te Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldığı Büyük Felaket'e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum..." İlk cümlenin altına imza koymak, bu hadiselerin dışında kalan üçüncü kişi olmak anlamına geliyor. "Duyarsız kalmak" insanî, özellikle vicdanî olmayan bir durum. "İnkâr etmek" ise hem taraflara hem de üçüncü kişilere yönelik anlamsız bir suçlama. Çünkü "Felaket"i inkâr eden kimse yok. Sadece felaketin boyutları, soykırım olup olmadığı ve suçluları konusunda bir tartışma var. Peşinden gelen ikinci cümlenin varacağı yer ise "bireysel özür" değil bir "acıya saygı" ifadesi olmalıydı. Bildirinin maksadı ile içeriği arasındaki uçurumu da bu "özür" oluşturuyor.
Tarihle hesaplaşmak, bugüne dair sorunları çözmek içindir. Devletlerin, devletleri yönetenlerin farklı zamanlarda, farklı hesapları ve planları olur. Tarih bu hesap ve planların gereği devletlerin giriştiği katliam örnekleriyle dolu. Hiç kimsenin bugüne kadar iddia etmediği ve aklından geçirmediği bir durum: 1915'te yaşanan "Ermeni tehcir ve taktili"nin bir "Türk-Ermeni mukatelesi" olduğu iddiası. Bildiri tek tek bireylerin "kendi payına" düşen sorumluluğun sonucu olan "özür"ü vurgulayarak, "Felaket"i devletin sorumluluğundan alıp halkın sırtına yüklüyor. Ermenilerin doğumla kazandıkları etnik kimliklerinden dolayı gadre uğramaları bir "felaket". Ama, bu topraklarda yaşayanların verili kimliklerinden dolayı "sorumlu" tutulmaları ve onlardan işlemedikleri kabahatleri için özür beklenmesi adaletsizlik ve haksızlık değil mi?
Bugüne dair kestirmeden bir sonuç çıkartalım. Türkiye'nin dev gibi bir "Kürt sorunu" var. Bu sorunun Türkler ve Kürtler arasında bir sorun olduğunu iddia edebilecek biri var mı?
"Özür bildirisi"nin esasa müteallik yanlışları şunlar: Birincisi, tarihçilerin ve devletlerin siyasî bir konu olarak tartıştıkları bir konu hakkında kesin bir hüküm inşa etmek mümkün mü? Bildiriyi imzalayanlardan kaçı, o döneme ait olayları, meselâ İttihat Terakki'nin tehcir kararnamesinin Rum nüfusu da kapsadığını biliyor? Bildiriyi savunanların ve karşı çıkanların hemen ilk elden o döneme dair karşıt tezler sıralamaları, üzerine "sorumluluk ve özür" inşa edilen hükmü tartışmalı hale getiriyor. Halbuki "acıya saygı"yı dillendiren bir metin, bu tartışmaları gereksiz kılabilirdi. İkincisi bu "Büyük Felaket", birçok başka felaketin yaşandığı bir dönemin parçası. Dünyanın hiçbir bölgesi, bizim yaşadığımız topraklara düşen acı ve gözyaşı yoğunluğunun yanına yaklaşamaz. Anayurtlarından sürülen her üç Çerkes'ten ikisinin yolda hayatını kaybettiği Çerkes muhacereti ile milyonlarca Müslüman'ın hayatına mal olan Balkan Felaketi, sadece yakın iki örnekten ibaret.Ulus devletler çağında, ulus devletler arasında tartışılan bir soruna taraf olmak ne ölçüde bir "vicdan" sorunu olarak kalabilir?
"Özür bildirisi" sonrasında zincirinden boşanan ırkçılık, maalesef getirmediğini gösteriyor. Bildiriyi kaleme alanların ve savunanların, bu bildiriyi gündeme getirmekteki amaçlarının tam tersi bir sonuç elde ettikleri ortada değil mi? Bu bildiri konusunda en yapıcı yaklaşımı sergileyen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün sülalesinde Ermeni bulunmadığını açıklamaya zorlanması, hangi vicdanı tatmin etti? Hangi acıya saygı getirdi?
Acıya duyarsız kalmamak için biraz da emek harcamak lâzım. Hiç olmazsa Sivas Zaralı Kirkor Ceyhan'ı okuyup, bu topraklarda yaşayan Ermenilerin bu topraklara özgü kültürüne vakıf olmadan yine bu topraklara, yani bize ait acıları hissetmeden hüküm sahibi olmak kolay değil.
Doğrusu "özür" değil, "acıya saygı" olmalıydı.


23 Aralık 2008, Salı - Zaman Gazetesi

Niçin 'özür diliyorum'?


"1925 olaylarından zarar gören Ermenilerden Özür diliyorum" kampanyasına imza atan Şahin Alpay, imzasının gerekçesini Zaman Gazetesindeki köşesinde yazdı....



Niçin 'özür diliyorum'?


"1915'te Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldığı Büyük Felâket'e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor.
Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum." Geride bıraktığımız hafta bir grup yurttaş internet sayfasına konulan yukarıdaki metne imza attı. İlk imzacılar arasında ben de varım. Başkalarının yazdığı metinler altına imza atmaktan kaçınırım, çünkü bir yorumcu olarak, kendimi yetkin saydığım konularda görüşlerimi açıklama imkânım var. Ama bu metni sözcükler üzerinde düşünmeden imzaladım. Neden? Niçin Ermeni kardeşlerimden özür diliyorum?
Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılış sürecinde, ilgili bütün halklar büyük trajedilerle karşılaştılar. Bunlar arasında Ermenilerin başına gelenlerin özel bir yeri var. 1915'te Osmanlı Ermenilerinin başına gelen felaketin, Almanya'da Yahudilerin maruz kaldıklarına benzetilebilecek, kimi Ermeni milliyetçilerinin iddia ettiği türden bir soykırım olduğunu düşünmüyorum. Ermeni milliyetçileri Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrılıp bağımsız bir Ermeni devleti kurmak için Rusya ile işbirliği yaptılar, terör eylemlerine giriştiler, çok sayıda Türk ve Müslüman'ı öldürdüler. Buna karşılık, Osmanlı hükümeti, daha doğrusu, onun içinde başını Talat Paşa'nın çektiği bir iç klik, başlıca İstanbul ve İzmir dışında yaşayan bütün Ermenilerin Suriye çölüne tehcir edilmesi, yani zorunlu göçe tabi tutulması kararı aldı ve uyguladı.
Tehcire tabi tutulan 1,5 milyon dolayındaki Osmanlı Ermenilerinin yaklaşık yarısı, göç sırasında kimi güvenlik kuvvetleri mensuplarının ve mallarına göz diken haydutların saldırılarına uğrayarak, kimi salgın hastalık ve açlık nedeniyle hayatlarını kaybettiler. Bir kısmı ise Türk ve Müslümanlar tarafından korunarak, din değiştirmek suretiyle hayatta kalabildi. Geriye kalanlar başta Fransa ve ABD olmak üzere Batı'ya göç ettiler. Osmanlı ordusunda görev yapan Ermeniler, savaştan döndüklerinde ailelerinden ve cemaatlerinden kimsenin kalmadığını, mallarına el konulduğunu gördüler.
Ermeni milliyetçileri, Osmanlı hükümetinin tehcir ile niyetinin Nazilerin Yahudilere yaptığına benzer bir şekilde Ermenileri toptan imha olduğu iddiasındalar. Bu iddia kanıtlanmış değil. Türk olmayan, saygın Osmanlı tarihçileri de bu iddiayı desteklemiyor. Ne var ki Osmanlı hükümetinin Ermeni milliyetçilerinin işledikleri suçlar nedeniyle bütün Ermenileri topluca cezalandırmış olduğu konusunda bir tartışma yok. Bugün Türkiye'de, Osmanlı'nın dağılması sürecinde yaşanan bütün trajediler hakkında bilgimiz var. Balkanlar'dan sürülen ve katliama uğrayan, kuzeydoğu illerinde Ermeni isyancılar tarafından katledilen Türk ve Müslümanların, 19. yüzyılın ortalarında Rusya'dan sürülen Müslümanların başına gelen felaketlerin hepsi biliniyor ve serbestçe konuşuluyor. Ama Osmanlı Ermenilerinin başına gelen trajedinin üstü örtülü, özgürce konuşulamıyor. Bu trajedinin sorumlusu elbette ki ne Türkler, ne de Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri; Osmanlı devletini yıkıma götüren İttihat ve Terakki diktatörleri.
Elbette ki Osmanlı Ermenilerinin başına gelenlerde hiçbir şahsi sorumluluğum yok. Ama yurdumda yaşanan ve devletçe üzeri örtülen, tabu kılınan bir trajediden, bir insan ve Türk olarak büyük üzüntü duyuyorum. Bildiriyi imzalamamın başta gelen nedeni, bundan kaynaklanan bir vicdani vecibe. İkinci olarak, Türkiye'nin demokrasisini güçlendirmesini, kötülüklerin tekrarlanmaması için tartışılmayan, aydınlığa kavuşmayan konu kalmamasını istiyorum. Üçüncü olarak, milliyetçilikler çağı gelene kadar yüzyıllarca dostluk içinde yaşayan Türkler ve Ermeniler, Türkiye ve Ermenistan arasında dostluğun yeniden tesis edilmesini önemsiyorum. Türkiye tarihiyle yüzleştikçe, Ermenistan'ın ve Ermeni diasporasının da tarihiyle yüzleşeceğine inanıyorum. İşaretleri şimdiden görülüyor: "Biz Türkiye kadar özgürce tartışamıyoruz... Biz de öldürülen Türk ve Müslümanlar için özür dilemeliyiz... Ermeni arşivleri açılsın..." sesleri yükseliyor.

23 Aralık 2008, Salı Zaman

23 Aralık 2008 Salı

Size genel baskanim diyebilir miyim?


Bekleyip görmek lazım,herhangi bir açıklama gelmediğine göre CHP'ninn böyle bir adaya ihtiyacı yok,açılımda sadece belediye seçimleri ilgili olduğu ama aday bazında değil,sandığa oy kullanacak saf,temiz,yönetmekten uzak,yönetilentürbanlı,çarşaflı,hizmetçiler için olduğu daha da netleşmiş oldu,işte size en güzel çağrı yazara CHP tarafından herhangi bir açıklama yada cevap verilirse burada hemen yayınlayacağız...


Sempatiğim.
Sevimliyim.
Şirinim.
Popülerim, demokratım, liberalim.
Allahın emri, peygamberin kavli ile partinizden göreve talibim.
İster parti yönetiminde görev verin ister belediye başkanlığı…
Hakkâri’ye de razıyım Trakya’ya da…
Göz önünde olmayı bende sevmem, büyük şehir, merkez belde istemem.
Halkçıyım. Paylaşımcıyım. Açılımcıyım.
Vitrin güzeli olmam, yolsuzluk yapmam, halkım için çalışırım.
Biraz çalışırsam iyi nutuk da çekerim.
Çok değişkenim, gelişkenim, her gün bir başka değişir kendimi geliştiririm.
On parmağımda on marifet, gelsin Gürsel Tekin gitsin Kılıçdaroğlu.
Geleni de aratmam gideni de. Partide ikimiz de kalsak tüm Türkiye’ye yeteriz.
Sen konuşursun ben açıklarım.
Nefsime zor gelecek ama ille de çarşaf dersen giyerim.
Yok sen olmazsın dersen, akademisyen, mimar, mühendis, öğretmen, işkadını, ev kadını, ister donanımlı ister onanımlı başkan adaylarım da var.
AKP’ye fark atarız, acayip oy toplarız, o hızla denizler aşarız.
Demedi deme.
*
Yani uzun lafın kısası…
Deniz Bey ben de “şov mov” yapmıyorum. Sizin kadar samimiyim.
“Tarafsız Bölge” programında, “afaki konuşmak olmaz böyle bir örnek başvuru olmadığı için ne söylesek boş” demiştiniz.
Eğer varsa öyle bir durum, bu konuda yerini doldurabilecek pek çok aday çıkarabiliriz.
Yoksa, önümüzdeki ilk genel seçimde, Türkiye’nin belli başlı illerinden bağımsız olarak katılacak başörtülü adaylar çıkacak.
Bu konu artık daha yüksek sesle dillendirilmeye başlandı.
Eğer seçilirlerse, Merve Kavakçı gibi sessiz sedasız TBMM’yi de terk etmeyecekler.
Refah, Fazilet ve Ak Parti deneyimlerinden sonra, artık muhafazakâr kitleler de “bu meseleyi çözse çözse CHP çözer” kıvamına gelmişken, gelin bu fırsatı iyi değerlendirin.
Sanırım siz bir şeylerin farkına vardınız. Bilmiyorum, ya da birileri…
Başbakanın çarşaf açılımınıza yönelik olumlu tavrına bakılacak olursa, “Dolmabahçe” görüşmesinden sonra askerlerle yapıldığı ileri sürülen “uzlaşma” sanki sizinle de yapılmış gibi görünüyor. (Dindar kitleyi sizin başınıza sardırarak bu ağırlıktan kurtulmak istiyor gibi bir komiklik de yapabiliriz burada. Bu dindarlar adama bir yapıştılar mı, yakanızı bırakmazlar. Yeni kurtarıcı olarak sizi belleyecek olurlarsa, işiniz kolay değil, ona göre… Ama şundan emin olun, sizi özlemini duyduğunuz iktidara götürürler. Hep iktidara getirirler. Sonra memleket meseleleriyle, uluslar arası meselelerle falan uğraşmak zorunda kalırsınız.)
*
Bilmiyorum ne kadar doğru ama… Birileri dindar kesimi devletle barıştırmak istiyor.
Bunun farkına varan “iyi adamlar” Deniz Baykal’ı doğru yola yönlendiriyorlar.
Yoksa.
Bugüne kadar hep gerginliklerden oy almış bir CHP, niye tansiyonu düşürsün?
Bu bağlamda, başörtüsünü dahi sollayacak radikal bir örtünme şekli olan çarşafla meseleye bodoslama girmesini bu açıdan artık önemsemeye başlıyorum galiba.
Çünkü CHP de yeniden şekilleniyor. Baykal’a yönelik en sert eleştiriler de parti içinden geliyor.
Sayın Baykal, sanki 28 Şubat’ın azılı taraftarlarının etkisinden parti içinde de kurtulmaya çalışıyorsunuz, yanılıyor muyum?
Mitingler düzenleyip ortalığı velveleye verenler, dindar insanları ikinci sınıf görenler, onlara bu ülkede hiçbir şeye hakkı olmayan kapıcılar, esnaflar, şehit anaları muamelesi çekenler sizin çevrenizde konuşlanmıştı bugüne kadar.
Onlar sizi hiç de iyi bir yere götürmüyordu.
(Belki muhalefet olmanızı sağlamakla iyi bir şey yapıyorlardı sizin için, bilemiyorum.) *Yoksa bunların hepsi de bir illüzyon mu?
Bir yandan üniversitede okumak isteyen kızlara karşı “tavrımız aynı” derken, bir yandan “biz insanları kıyafetlerine göre değerlendirmeyiz” deyince ne yapmak istediğiniz tam da anlaşılamıyor gibi.
Biraz karından konuşarak meseleye girdiniz.
Süreç içinde netleşmenizi bekliyoruz.


ELİF ÇAKIR - TARAF

22 Aralık 2008 Pazartesi

İçince dağıtanlar


medeniyetin en son göstergesi belkide olmazsa olmazı diyebileceğimiz yüzyılların modern tartışma konusu bu olay,içki içmek,evet yazarın dediği gibi içinçe kendinden geçip dağıtmak marifet.işte gördük 98 post modern darbesini o zamanda bay paşalara alkolikti,memleketi ne hale düşürdüler,alkol içmeyende insan mı olur? Mahalle baskısı nasıl birşeyse onuda anlamadık bir türlü,Doğan medyası yazacak konu bulmayınca yada içinde bulunduğu pisliklerin dışarı çıkmaması için en iyi gündem saptırmasını bu medotla yapıyor sanırım.Ergenakonun en can alıcı sorgulamasının yapıldığı zamanlarda böyle gündem saptırmak güzel bir icraat olsa gerek.bizde sıçramasın,diğer taraftan aklını yitirmiş bir bayanın tabi mason locaları korumalığında saldırılar devam ediyor.daha ne kadar gündem oluşturabileceksiniz göreceğiz.?


Deniz Kuvvetleri Komutanlığı sırasında yolsuzluk yaptığı iddiasıyla yargı önüne çıkarılan ve suçu sabit görülen eski Deniz Kuvvetleri Komutanı İlhami Erdil, Ertuğrul Özkök'e bir anısını anlatmış.Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun Genelkurmay Başkanlığı sırasında, bir Milli Güvenlik Kurulu toplantısının ardından verilen yemekte, herkes şarap içiyormuş. Hilmi Özkök'ün önünde kırmızı sıvılı bir içki gören bir komutan, "O Hilmi, ne güzel sen de şarap içiyorsun" demiş. Özkök, "Evet, biz de heyete uyduk" cevabı vermiş.O sırada Kıvrıkoğlu söze girmiş ve "Nereden şarap içiyormuş. Önündeki şarap değil, kola" demiş.Ardından da garsona seslenmiş, "Oğlum şuradan şarap getir. Hilmi de doğru dürüst bir içki içsin." Bu tipik bir mahalle baskısı. Kimi insan gerek inancı, gerek sağlık nedeniyle içki içmez.Mesleği gereği de içkili ortamlarda bulunmak durumunda kalabilir.Buna saygı göstermek gerekir.İçki içmek kadar içmemek de hem kişisel bir tercih, hem de haktır.Kalabalık bir ortamda insanlara "İçki içme" demek kadar "İç" demek de bir mahalle baskısıdır.Bu baskı saygı duyulacak bir tavır değildir.Ben içki içerim ama benimle aynı ortamda bulunan insanlara içki içmeleri için baskı yapmayı ayıp bulurum. İnsanların kendi inançları doğrultusunda yaşamaları en temel haklarıdır. Herkes, kendi sınırlarını bilip başkalarının bu hakkına saygı duymak zorundadır.İçki içmeyenler, içenlerin haklarına tecavüz eder, içkili mekânlara bir baskı uygularsa, bu elbette kişisel bir kabalığı aşar ve toplumsal bir baskı biçimine dönüşür.Bu da kabul edilemez. Askeri bir mahkemenin verdiği kararın bir komutanın şarap içip içmemesiyle ilgisi yoktur. Ortadaki iddiaların gerçek olup olmamasıyla ilgisi vardır.Erdil'i sabah-akşam içki içen bir komutan da bu iddialardan dolayı mahkemeye sevk edebilirdi.Burada asıl önemli olan, Erdil'in anlattığı dönemde komutanların içki içip içmemesi değil, başta Kıbrıs olmak üzere hükümetin aldığı kararlara karşı gösterdiği duruştu.O komutanlar sivil otoritenin bu kararları karşısında ne yapmışlar veya ne yapmaya çalışmışlardı bunu sorgulamak gerekir. Hilmi Özkök içki içmezdi ama hem darbe girişimlerine karşı çıktı, hem de sivil-asker ilişkilerinin demokratik ülkeler standartlarına getirilmesine çaba sarf etti. Belki de sadece bu yüzden bir kısım "genç subay"ın hedefi haline geldi.Sivil otoriteyi tanımayan, Kıbrıs'taki diplomatik çözüm arayışından dolayı hükümeti devirmeye çalışan bir ekibin kırmızı şarap içip içmemesi çok önemli değildir.Belki de içmemeleri daha doğrudur çünkü yakın geçmişimiz onların içince biraz dağıttıklarını gösteriyor bize.
Ergun BABAHAN / Sabah

18 Aralık 2008 Perşembe

'KILIÇDAROĞLU ŞEREFİNİ KURTARAMADI!'


"Hatırlayacağınız üzere polemiler başlarken bu konuya Kılıçtaroğlu konusuna değinmiştik.Gerçi iyi konulara değiniyor ama her zaman tutturamıyor birde tuttursa daha iyi olacak,Dişli ve Dir Mingir Fırattaki performansı Gökçekte sergileyemedi.Birde sanki başka gazeteci yok,yahu Dündar zaten her yönüyle sabıklaı ne diye hep o tercih edilir ki,memlekette tv ve spker yoksulluğumu var.bu polemik seçim öncesi dahada alevlenir,ama tabi seviyede gittikçe çukurlaşır.izleyelim görelim bakalım,nereye kadar uzanacak."


Çıkışta gazetecilerin sorularını yanıtlayan Gökçek, Kılıçdaroğlu'nun sorularına cevap veremediğini söylerken Dündar'a da göndermede bulundu
Kılıçdaroğlu'nun söz konusu iddialarını ispatlamak zorunda olduğunu ifade eden Gökçek, ''Birisinin şerefi burada ortada, kim ispat ederse o şereflidir. Sayın Kılıçdaroğlu bu manada şerefini kurtaramadı. Tek yaptığı edebiyat 'Ankara halkını soyuyorsunuz' gibi son derece izafi bir laf'' dedi.
Bugün 25'e yakın iddiada bulunduğunu belirten Gökçek, ''Halkımız şunu gördü; Kılıçdaroğlu sadece insanlara son derece sakin durarak iftira atan bir adam. onun haricinde başka birşey yok. Tam bir balon. Sadece bildiğini söyleyip, istediğini okuyan, katiyen suallere cevap vermeyen biri'' diye konuştu.
Gökçek, bir gazetecinin ''Uğur Dündar'ın taraflı davrandığını düşünüyor musunuz?'' sorusuna ise şu yanıtı verdi:
''Evet Uğur Dündar kesinlikle taraflı davrandı. Sayın Dündar'a programdan önce sadece konuyla ilgili konuşmak şartıyla çıkacağımı söyledim. Buraya geldikten sonra tavrını birlikte gördünüz. 'Melih bey bırakın da konuşsun doğal gaz üzerine konuşuyor' Doğal gaz öyle bir başlık ki doğal gaz üzerine 50 tane konuda konuşursunuz. Bir konu değil ki... Sayın Dündar, geçen Arena'daki olan konunun cevabını ondan alamadı. Devamlı kaçtı, kaçak güreşti.''
Bir gazetecinin ''Tekrar çıkacak mısınız, ikinci bir düello olacak mı?'' sorusu üzerine de Gökçek, birçok iddiada bulunduğunu
ve bundan sonra da Kılıçdaroğlu ile ilgili pek çok konuda açıklama yapacağını söyledi.

11 Aralık 2008 Perşembe

Kurban Karşıtı Haberlere en Güzel Cevap

Kurban kesimi sırasında yaşanan bazı münferit olayları bahane ederek, Kurban ibadetine dil uzatan başta Doğan Medyası http://polemikler.blogspot.com/2008/12/millet-bikti-onlar-bikmadiyine-yaptilar.html vesair odaklara en anlamlı cevap Afrika'dan geldi.

Ruanda hükümetinin Baş Müftüsü Salih Habimana, Türkiye'den gönderilen kurbanlara vurgu yaparak "Beyaz kardeşleriniz sizi unutmadı' dedi.

HAYATLARINDA HİÇ ET YEMEDİLER
Kurban ibadetine dil uzatanlara en güzel cevap, hayatlarında ilk kez et ile tanışan Afrika'nın en fakir ülkesi Ruanda'dan geldi. Resmi dini Hristiyanlık olan Ruanda'nın Baş Müftüsü Salih Habimana binlerce kişinin katıldığı bayram namazı hutbesinde, Ruandalı Müslümanlara Türkiye'den gönderilen kurban yardımlarını hatırlatarak, "Beyaz kardeşleriniz sizi unutmadı. Onlarca saat yolculuk yaparak binlerce kilometre aşarak sizlere yardım getirdi" dedi.

Yenişafak Gazetesi

MİLLET BIKTI ONLAR BIKMADI:YİNE YAPTILAR!


Doğan Medyası bin yıldır olduğu gibi açıkça savaş açamadığı millet değerlerine, inançlarına karşı, farklı kisveler üzerinden karşıt habercilik anlayışını devam ettiriyor; Ramazan Bayramında 'oruç tutumayanlara saldırı' Kurban Bayramında ise "Hayvan Hakları ve hayvanlara zulüm" gibi başlıklarla haber kotarmaya çalışırlar. Bu sefer hayvan hakları şarlatanlığı üzerinden yola çıktılar...




Kurban Bayramı'nda yaşanan bazı olumsuz görüntüleri bahane ederek, kurban ibadetine dil uzatanlar her yıl olduğu gibi, bu yıl da aynı tutumlarını sürdürdü.
Bu bayram olumsuz örnek bulmakta büyük zorluk çeken kurban karşıtları, sonunda çareyi Uluslararası Hayvan Refahı Organizasyonu adına Türkiye'ye gelen Christine Hafner'in gözlemlerine sarılmakta buldu. Olumlu örnekleri görmezlikten gelen çevreler, yaptıkları yorum ve haberlerde adeta kurban ibadetini sorgular nitelikte ifadeler kullandılar.
Bunu hep yapıyorlar
Hürriyet ve Milliyet gazetesi, geçtiğimiz Kurban Bayramları'nda olduğu gibi bu bayramda da 'Bağcıyı dövmek' anlayışını sürdürdü. Yaşanan olumlu gelişmeleri ve olumlu örnekleri gözardı eden Hürriyet ve Milliyet, Uluslararası Hayvan Refahı Organizasyonu adına Türkiye'ye gelen Christine Hafner'in izlenimlerinden yola çıkarak, vatandaşların hayvanlara eziyet ettiğini ileri sürdü. Kurban Bayramı'nın ilk gününde Milliyet, 'Her yerde kan var' başlığı ile çıkarken, Hürriyet ise 'Avrupalı'dan Kurban notu' başlığını kullandı. Kurban haberini manşetine taşımayan Vatan gazetesi ise, objektif habercilik yaparak, kaçan kurbanlıklara yapılan eziyetleri haber yaptı.
Sen git katledilen balinalar icin not al
Kurban denetlemesine gelen Uluslararası Hayvan Refahı Organizasyonu Heyeti Başkanı Christine Hafner'in hayavanlara acı çektiriliyor diyerek kurban kesimine 'kırık not' vermesi tepkilere neden oldu. İzlanda'da yaşanan balina vahşetini hatırlatan vatandaşlar, Christine Hafner'e 'Sen git İzlanda'da katledilen balinalar için not al' dediler. İstanbul'da 'kurban incelemesi' yapan Hafner, raporuna 'Çok üzücü manzaralar var. Hayvanlar kesime hazırlanırken çok zaman geçiriliyor. Acı çektikleri büyüyen gözlerinden belli oluyor. Çocukların önünde kesim yapılıyor. Etler sağlıksız koşullarda parçalanıyor' diye not düşmesi tartışmaya neden oldu. 1986 yılında imzalanan uluslararası balina avı moratoryumuna göre balina avı yasak, ancak bilimsel araştırma bahanesiyle Japonya'nın öncülüğünde İzlanda da bu kuralı ihlal ediyor.
Asıl eziyet onlarda var
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır da Türkiye'de kurban bayramında 4 gün içinde 2.5 milyon hayvanın kesildiğine dikkat çekerek, 'Neredeyse tüm ülkedeki hayvanların dörtte birinin kesildiği bir yerde 3-5 hata çıkması normaldir' dedi. Prof. Dr. Bayındır, Avrupa'nın daima hata aradığına dikkat çekerek, “İnanç farkından da kaynaklanıyor. Hayvanlara karşı tavır itibariyle onların bizim kadar iyi davranması da mümkün değil. Çünkü ben Avrupa'daki mezbahaları dolaştım. Orada büyükbaş hayvanların kafasına 11 santimetrelik bir çivi saplıyorlar” diye konuştu..
Avrupa ne ile besleniyor
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doçent Dr. Emin Işık, kurbanların İslami kurallara göre kesildiğini, bir eziyetin söz konusu olmadığını belirterek, şunları söyledi: “Bizi hayvanlara eziyet etmekle suçluyorlar. Onlar Irak'ta 1 milyon Müslüman'ı katlettiler. Saray Bosna'da Müslümanları katlettiler. O zaman insan hakları açısından neredeydiler. Biz dini vecibelerimizi yerine getirirken, ortaya çıkıyorlar. Avrupalı etle besleniyor. Bizim fakir fukaramız ise kurban bayramında et görüyor.
Samanyoluhaber

5 Aralık 2008 Cuma

SAADET'den CHP'ye GÜZEL AÇILIM,SIRA AKP'de.....


Yerel seçimler yaklaştıkça daha çok polemikler ortaya çıkacağa benziyor,çarşaftan sonra başı açıklar sanırım kısa zamanda plajta bikinilere de rozet takılır bellimi olur.bekliyoruz.Daha önceki polemik yazılarımızda da belirtmiştik bu konuyu daha su taşıyacağa benziyor bu değirmen.bekleyelim görelim.bakalım plajdaki bikinilere kim takacak en iyi rozeti........ iyi eğlenceler



Saadet'den CHP'ye 'başı açık' destek!
Diğer SİYASET haberlerini okumak için
tıklayınız...

CHP dün Sultanbeyli’de imam aday açıklayıp başörtülülere rozet takarken Saadet Partisi de yeni ilçe Sultangazi’de başı açıklara rozet taktı. İşte o kareler:


Ersin Çelik'in haberiYerel seçimler öncesi siyasi partiler hemen her her gün farklı bir ilçede yeni katılım törenleri düzenlerken, Saadet Partisi ve CHP dün adeta birbirlerine nazire yaptı.
Çarşaf açılımı ile siyasete renk katan CHP, İstanbul’un muhafazakâr kimlikli ilçesi Sultanbeyli’den Sultanahmet Camii eski imamı Osman Nuri Bedir’i belediye başkanı olarak açıklarken aynı saatlerde Saadet Partisi’nin de Hamza Yerlikaya Spor Kompleksi’nde aralarında başı açıkların da bulunduğu vatandaşların partiye katılım töreni vardı. Sultangazi Saadet Partisi İlçe Teşkilatı’nın Hamza Yerlikaya Spor Salonu'nda düzenlediği katılım törenine katılan Saadet Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş, aralarında çok sayıda başı açık yeni üyeye partisinin rozetini taktı. Seçimler öncesi partilerin açılımlarına da değinen Kurtulmuş, DTP’nin Kürt, CHP’nin çarşaf kartı ileri sürdüğünü kaydederek, “Ama oyun bitti. Hepinizin kartlarınızı toplayın. Saadet Partisi yeniden geliyor” diye konuştu. Konuşmasında dünyanın büyük bir kaosa sürüklendiğini dile getiren Saadet lideri Kurtulmuş, küresel mali ve mortgage krizlerinin yanı sıra gıda ve enerji sorunlarının da dünyanın yaşayacağı yeni krizler olduğunu söyledi.Dünyada sadece küresel mali krizin olmadığını, tüm dünyayı kapsayan uygarlık ve medeniyet krizi yaşandığını ifade eden Kurtulmuş, bankacılık sektörünün iyileştirme adı altında yabancılaştırıldığını belirtti. "Bugün bankacılık sektörünün yüzde 54'ü yabancıların eline geçmiştir. Başbakan kriz nedeniyle bankacılara fırça atıyor. Halkbankası'na, Vakıfbank'a, Ziraat'a fırça atarsınız da, hadi HSBC'ye, Citybank'a, Deutschebank'a fırça at" diyen Numan Kurtulmuş, Başbakan Erdoğan’ın IMF konusunda ‘Ümüğümüz sıktırmayız’ deyip ardından ABD’de ‘Biz sizden para istemeye geldik’ demesini eleştirdi.

4 Aralık 2008 Perşembe

Melih HÖKÇEK,KILIÇTAROPLU POLEMİĞİNDE 2.PERDE

Dediğimiz gibi bu polemik su götürür gittikçede büyür diye bu yine iyi günleri eğer Kılıçtaroplu kaçmaz ve tv ekranına çıkmayı kabul ederse işte o zaman polemiğin en dinamiği yaşanacak demektir.bekleyip görelim.

Kılıçdaroğlu'nu yakaladımmı bırakmam
Diğer SİYASET haberlerini okumak için
CHP'li Kılıçdaroğlu'nun sayaç yolsuzluğu ile suçlayıp düelloya davet ettiği Melih Gökçek çok iddialı. Bayram sonrasına kalan düelloda Gökçek elinin gücünü şimdiden gösterdi


Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, CHP Gerup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu'nun kendisine çok çirkin iftiralarda bulunduğunu belirterek, "Melih Gökçek dahil kim olursa olsun yolsuzluk yapmak şerefsizliktir" dedi.
Halk Ekmek Fabrikası tarafından özürlülere dağıtılan simit büfelerinin törenine katılan Gökçek, gazetecilerin sorularını cevapladı. Bir gazetecinin 'Kemal Kılıçdaroğlu ile bayramdan sonra televizyona ne zaman çıkacaksınız? yönündeki sorusu üzerine Gökçek, Kılıçdaroğlu'nun kendisinden kaçtığını söyledi. Kılıçdaroğlu ile karşı karşıya gelmesi halinde kendisini balon gibi patlatacağını belirten Gökçek, Türkiye'de bir takım kişilerin kahramanlığa soyunduğunu ifade etti. Gökçek, "Türkiye'de kahramanlığa soyunan kişilere medya ciddi anlamda önem veriyor. Kişiler de kendinden geçip herkese iftira atmaya başlıyor. Kılıçdaroğlu benim hakkımda çirkin iftiralarda bulundu. Özellikle bizi yolsuzlukla suçladı. İnsanlara iftira atmak şerefsizliktir. O gün kimin şerefli olduğu ortaya çıkacaktır. Kılıçdaroğlu'nu ekranda yakaladığım an bırakmam. Kılıçdaroğlu cenazesinin olduğunu söyledi. Kendisine Allah rahmet eylesin diliyorum. Cenaze dönüşü karşıma gelmesini bekliyorum" diye konuştu. Gökçek, Kılıçdaroğlu'nun iddialarını iftara olduğunu belirterek, "Melih Gökçek dahil kim olursa olsun yolsuzluk yapmak şerefsizliktir" dedi.

3 Aralık 2008 Çarşamba

Gökçek: Kim şerefsiz belli olacak



Anket firmalarının şansını zayıf göstermesi üzerine canlı yayına bağlanan Melih Gökçek, 'iddiaya varmısınız' dedi CHP'li Kılıçdaroğlu'na da meydan okudu.

CNNTürk'te Ahmet Hakan'ın sunduğu Tarfasız Bölge programıda yerel seçim masaya yatırıldı. Programa katılan anket firmaları temsilcileri yerel seçimlerde Ak Parti için Ankara'nın kritik bir noktada olduğunu vurguladılar. Ankara'da Murat Karayalçın'ın CHP adına adaylığını açıklamasından sonra bir önceki seçimde SHP ve CHP oylarının toplamnın Melih Gökçek'i zora sokacağını ileri sürdüler.
Bazı anket firması temsilcileri de MHP dahil sağ seçmenin de Gökçek'e karşı Karaylaçın'ı destekleyebileceğini vurgulayarak, Gökçek'in önceki gibi seçimi kazanmasının kolay olmayacağını açıkladılar.
Yayına telefonla bağlanan Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, tüm konuklara meydan okuyarak "Varmısınız iddiaya" dedi. Gökçek, Karayalçın için anket yapan firmalara iş vermediği için kenidisinin şansının az gösterilmeye çalışıldığını belirtirek kendi yaptırdığı anketlerde şansının yüzde 60'lar dolayında olduğunu belirterek Karayalçın'ın ise yüzde 26'larda gözüktüğünü vurguladı. Gökçek, MHP'lilerin de Karayalçın'a oy verebileceğini söyleyen anket firması temsilcisine " Hangi MHP'li arkadaş geçen seçimde DHP'le işlirliği yapıp, 46 belediyeyi DHP'ye kazandıran kişiye oyunu verir bu onun kanına dokunmaz mı" dedi.
Gökçek, "Karayalçın geçmişte benim için "Unutmam ve unutturmam dedimşti, biz de aynısını diyoruz Unutmadık ve unutturmayacağız." dedi. Karayalçın'ı değişik televizyonlarda tartışmaya çağırdığını söyleyen Gökçek, "Sürekli kaçıyor. Benim aday olmadığım gerekçesiyle karşıma çıkmadığını söylüyor. Ancak ben aday olsam dahi Karayalçın karşıma çıkmayacak biliyorum." dedi.
Gökçek, "Karayalçın 65, Baykal 70 yaşında, ben ikisine de seçimi kaybettiğim takdirde siyasetten çekilceğimi söylüyorum, onlar kaybederse çekileceklermi diye burdan soruyorum" dedi.
Ahmet Hakan'ın Kılıçdaroğlu olayını hatırlatması üzerine Gökçek, "Kılıçdaroğlu, meydanı boş buldu sürkli meydan okuyor. Ben Dengir Fırat'a benzemem. Hakettiği cevabı veririm." dedi.
"Yolsuzluk yapmak şerefsizliktir, ancak haksız yere ithamda bulunmak da şerefsizliktir. " diyen Gökçek, Kılıçdaroğlu'nu kastederek "Ben onun karşısına çıkacam ve kimin şerefsiz olduğu ortaya çıkacak. Yarın (Çarşamba) karşılaşacaktık. Ancak yeğeninin cenazesi olduğunu gerekçe gösterdi ve bayram sonrasına kalmasını istedi. Eğer kaçarsa da bu kez meydanlarda herşeyi ortaya koyacağım. " dedi.

Paltosunu açıp 'hamile değilim' dedi


Gün geçmesin ki bu memlekette yeni polemikler oluşmasın bir ara cezaevinin duvarının delip ilişki ortaya çıktığında herkes nasıl olur demişti.şimdide aynı konu yine sanırım bu kez duvarı değil odayı tercih ettiler ne kadar da olsa adam baba... kaç gündür gündemde düşer diye bekledik düşmeyin cede haberi buraya çektik.evet tam bir polemik.Allahtan paltosunu çıkarmış ya soyunsa idi ne olacaktı.gerçi kadıncağız hamile değili diyor tabi bir kere medyanın ve magazinin diline düşmüşsün artık suçlusun hamile olsanızda olmasanız da bir önemi yok.bu konu baya bir polemik olmaya devam edecek gerçi şimdi yeni bir polemik daha geliyor Melih Gökçek ve meşhur kılıştaroğlu bu baya bir gündem oluşturacak hemde seçim arefesinde bizi izlemeye devam edin daha neler göreceksiniz.sizi şimdi yeni bir polemik yazısı ile başbaşa bırakıyorum iyi seyirler.....

Tutuklu olduğu halde cezaevinde Sedat Peker'den hamile kaldığı iddiaları üzerine eşi Özge Yılmaz gazetecilere bakın nasıl cevap verdi?

Organize suç şebekesi lideri olduğu iddiasıyla yargılanan Sedat Peker'in Kadıra F Tipi Cezaevi'ne kaldığı sırada evlendiği Özge Yılmaz'ın hamile kaldığı iddiaları yalanlandı.

Bugünkü Ergenekon duruşmasında Sedat Peker böyle bir şey olmadığını söylerken, eşi Özge Yılmaz da duruşmayı takip eden gazetecilere mantosunu açarak hamile olmadığını gösterdi. http://limoncasozler.blogspot.com/

Bugün bazı gazetelerde ardından da internet sitelerinde yer alan habere göre Sedat Peker, Kandıra Cezaevi'nde bulunduğu sırada avukatı Özge Yılmaz ile evlendi. Yaklaşık 5 ay önce kıyılan nikahla evlenen Peker ve Yılmaz'ın çocuk beklediği yönünde haberler basında yer aldı. Haberlerin yalan olduğunu söyleyen Sedat Peker bu duruma tepki gösterdi. Peker, Ergenekon duruşmasında böyle bir şeyin olmadığını ifade etti.

Basında yer alan hamile olduğu yönündeki haberler üzerine Özge Yılmaz da, öğleden sonra eşinin de yargılandığı Ergenekon davasının görüldüğü Silivri Cezaevi'ne geldi. İçeride gazetecilere açıklama yapan Özge Yılmaz, üzerine giydiği kabanını açarak, "Bakın hamile gibi bir halim var mı?" diye karnını gösterdi. Eşinin gelmesini istemediğini söyleyen Yılmaz, "Bizi haber yapmayın. Biz sadece mutlu olmak istiyoruz. Bizi rahat bırakın." dedi. http://edebiyatcafe.blogspot.com/

2 Aralık 2008 Salı

TÜRKİYE'DE HARAM REKORU KIRILIYOR


Ne hazindir ki bir polemik konusuda bu olay.Mülüman bir ülkede gerçekten de faiz rekorları kırılıyor,neredeyse çoğu vaizler,Müftüler bile paralarını bankada en yükseğinden değerlendiriliyor, konut kredilerinin fazileri haram olmaktan çıkarıldı.Diyanetimizin bu konularda istediği fetvayı net olarak verememesi cek ve caklarla sızlanması neticesinde ve tabi Müslümanlık laf ve nüfus cüzdanında kaldığı için bu konuda daima magazinsel bir şekilde polemikler arasındaki yerini almakta... güzel polemik yazısını daha sizler sunuyoruz.Buda paranın Müslüman bir ülkenin gündemde kalan polemiği iyi seyirler,pardon okumalar.....

TÜRKİYE'DE HARAM REKORU KIRILIYOR

'Faiz haramdır. Bu çok doğru ve sistemin kanını emen gerçeği, 1400 yıl önce anlatan çok doğru bir kural.' Bu cümleler, Vatan Gazetesi'nin tanınmış bir yazarına ait.
"Faiz haramdır. Bu çok doğru ve sistemin kanını emen gerçeği, 1400 yıl önce anlatan çok doğru bir kural." Bu cümle, islami kesimde yazan bir yazara ait değil. Tam tersine İslami kesime sık sık saldırmasıyla bilinen Vatan Gazetesi'nde ki bir yazara ait.
Vatan Gazetesi yazarı Yiğit bulut, bugünkü yazısında sistemin kanını emen ve dinimizin yasakladığı faiz konusunu ele aldı. Bulut, faizin zararlarını ve insanlar başta olmak üzere ülkelerin kanını nasıl emdiğini örnek ve verilerle aktardığı yazısında ilginç tespitlere de yer veriyor.
İşte Yiğit Bulut'un Vatan Gazetesi'nde yer alan o yazısı...
Türkiye’de “haram rekoru” kırılıyor...Faiz haramdır... Bence “çok doğru” ve “sistemin kanını emen gerçeği, 1400 yıl önce anlatan” çok doğru bir kural...
Türkiye’de “haram rekoru” kırılıyor...
Faiz haramdır... Bence “çok doğru” ve “sistemin kanını emen gerçeği, 1400 yıl önce anlatan” çok doğru bir kural...
Peki “yüksek kalan faiz” kimin için olumlu?
Siz yorulmayın, hiç zahmet etmeyin ben söyleyeyim: Parayı yani borcu veren ve sistemi dengede tutmak açısından diğer taraftan parayı “fazlasıyla” alan için olumlu...
Daha açıkçası borç veren para sahipleri, bankalar ve borç alıp günü kurtarmaya çalışan siyasi otorite için...
Peki böyle bir faiz ile reel olarak “iş yapmak”, finansal anlamda ise sermaye piyasalarının gelişmesi mümkün mü?
52 milyar dolar faize
Sonuç 1: Türkiye’deki toplam paranın yüzde 90’ından fazlasının yüzde 10’un elinde olduğunu bilir ve bu gerçeğe Türkiye’ye rant kazanmaya gelen yurtdışı kaynaklı para gerçeğini de eklerseniz, ortaya şöyle bir sonuç çıkar: Faiz yükselince, Türk halkı cebine girmesi gereken paranın daha büyük bir bölümünü ’risk görüp’daha fazla prim talep edenlere aktarıyor...
Sonuç 2: Matematik ispat mı istiyorsunuz? Çok uzağa gitmeyin 2004 yılında halk olarak 70 katrilyon, yani o günün kuru ile 52 milyar dolar faiz harcamamız var. Soralım bu para nerede? http://limoncasozler.blogspot.com
Sevgili dostlarım, kutsal kitaplara bile “haram” tespiti ile giren ve modern ekonomistlerin “katalizör” veya “dengeleyici” olarak tanımladıkları faiz dinamiği, ekonomideki hastalığın belirtisidir... Hastalık yayıldıkça faiz artar, hastalık azaldıkça faiz düşer... Hastalığın her zaman “gerçek” olması da gerekmez, sanal ve beklenti kırılması odaklı da olabilir... Sebebi de çok açıktır sağlıklı bir ortamda sizinle beraber bu ülkede paralarını tutmak isteyenler sizden “düşük risk” primi talep ederler. Ortam bozuldukça ve algılama değiştikçe risk primi istekleri artar ve sonunda, siz onları davet etmemenize rağmen sistem öyle kurulduğu için, aynen 2004 yılında olduğu gibi, bütçenizin yarısını onlara aktarır hale gelirsiniz...
Sonuç 3: Faiz, bir ekonominin dengeleyicisi gibi görünse bile aslında sistemi kuranların kurnazlığı sonucu “varlık transfer eden” yerine “çözüm” gibi gibi görünen bir dinamiktir... Siz “denge konumunda” kaldığınızı düşünürken, sizin denge konumunda kaldığınızı sanmanızın bedeli “varlıklarınızın transfer edilmesidir...” http://edebiyatcafe.blogspot.com
Sonuç 4: Sistem gereği siz hiçbir şey yapmasanız dahi bir süre sonra yüksek faiz talebi doğabilir. Ülkeler krize girer, sonra yeniden sakinleşir. Bu da sistemi kuranların ’dayandığı “büyük birader” mantığı içinde’tez-antitez döngülerinin çalışarak “birilerini daha zengin” ettiği yapıdır...
Sonuç: Türkiye’de “bu faiz seviyesi” oldukça ve “birileri” bu seviyeleri hedef olarak gördükçe “ne reel sektör”, ne de SERMAYE PİYASALARI GELİŞEMEZ! Ve malesef Türkiye “haram rekoru” kırmaya “haram olanı” vermeye devam eder! Türkiye “ödediği bu faizden kurtılamadıkça”, bu çarkı kırıp dışına çıkamadıkça asla ama asla KALKINAMAZ!

30 Kasım 2008 Pazar

NEDEN TÜRBAN DEĞİLDE ÇARŞAF

Çarşafa şimdiye kadar dokunulmadı, bunu kullanarak deforme edilecek,kullanıp atılmış bir kağıt durumuna getirilmek isteniyor.Şimdiye kadar türban için siyasi simge denilerek karşı çıkılıyordu ,çarşafta kullanılarak artık siyasi simge olma yolunda,sanırım burada bilinçli bir ön yoklama yapılmakta ve vu yoklama neticesinde yeni bir kamaoyu dizaynı yapılacak.evet yazarında dediği gibi nedne türban açılımı değilde çarşaf ve neden ülkenin diğer illeri değilde manevi hassasiyeti yüksek olan bir il Erzurum hedef diğer illerden olabilirdi bu başlangıç mesela İzmir,bu polemiğede uyardı da ne dersiniz bu açılımı İzmirden yada Edirneden başlatmaya....... Keyifle okumanız ve ön yargısızca düşünerek
polemikte olsa bu konulara tarafsız kalmak ümidiyle....
Neden türban değil de çarşaf?
Son yıllarda "açılım" kelimesi moda oldu. Mecburen ben de kullanıyorum. Ancak bu tabir hiç hoşuma gitmiyor. Çünkü sinsi bir Ankara siyasetini çağrıştırıyor.
"Ankara siyaseti" derken, halkla birebir ilişki içinde değil de, "bürokratlar arası müzakerelerle" alınan kararları kastediyorum.
Mesela Türkiye'de "yaratılmış" ("uydurulmuş" da denebilir) bir kılık kıyafet sorunu var.
Bu bağlamda, yıllarca türbanlı kadınlara demediğini bırakmayan CHP şimdi bu konuda "açılım" yapıyor.
Bu yaklaşımın "samimi" olduğuna inanmak mümkün mü? Değil elbette.
Belli ki "açılım yapılsın" kararı alınmış, şimdi ucundan kıyısından uygulanıyor.
Beni işkillendiren bir başka nokta da, açılımın "çarşaf üzerinden" yapılması!
Bütün araştırmalar ülkemizdeki kadınların, yüzde 60 ila 70 arasında bir oranla başını örttüğünü gösteriyor.
Süreç içinde bakıldığında, yani geçmişle kıyaslandığında ise örtünenlerin oranında azalma saptanıyor.
Bu konuda dikkat edilmesi gereken bir başka nokta da çarşaftaki hızlı azalma.
Başını örtmeye karar veren kadınlar, "çarşafa girmek" yerine, daha "modern" kabul edilen türbanı tercih ediyor.
İşte bu veriler nedeniyle de CHP'nin açılımını tuhaf buluyorum. Niye örtünen kadınların çok küçük bir kesimine işaret eden "çarşaf" tercih ediliyor?
Olaydaki tuhaflık şuradan da belli: Bu durum sert laikçi kesimde protestolara yol açarken, türbanlı kızlara da CHP ile dalga geçme fırsatı yaratıyor: "Ne yani başörtüsünü çıkarıp çarşaf mı giyelim" diyorlar.
İşte bu yüzden de, çarşaf üzerinden yapılan bir "açılım" bana hiç samimi gelmiyor. http://edebiyatcafe.blogspot.com/
Her an geri adım atılabilecek, "pardon, yanlış anlaşıldık" denebilecek, bir "masa başı politikasını" düşündürüyor.
Bu bakışa şöyle itiraz edilebilir: "Neticede her politika tasarlanmış değil midir?"
Tamam ama genel olarak halkın, özel olarak da parti tabanının taleplerinden hareketle oluşturulan politikalar ile "siyasi mühendislik" amacıyla geliştirilmiş politikalar arasında ayrım yapmak gerekmez mi?
CHP'nin çarşaf açılımı, ikinci türden bir politikanın devreye sokulduğunu akla getiriyor. "Samimi değil" dememin bir nedeni de bu.
SABAH

28 Kasım 2008 Cuma

ANAN BİLİRDİ


Engin Ardıç

Emekli memur gazetesi mal bulmuş, Mağrıbi gibi üstüne atlamış... (Hadi şimdi otur bir de bunlara Mağrib'in neresi olduğunu anlat, oradan "atasözleri vedeyimler" konusuna gir, yazının tadını kaçır...)

Anadolu Ajansı, eski bir Apollo 9 astronotunu Osmanlıca konuşturmuş!

Astronot Schweickart, "dünyayı ansızın dümdüz edecek dev bir göktaşı" demesi gerekirken, "dünyayı fücceten hak ile yeksan edecek" deyimini kullanmış ajans haberinde!

Bu, "anlaşılmaz bir ifade" oluyormuş.

Elifi görse mertek sanan Babıali ayakçıları için öyle herhalde... Ucuza gelsin diye böyle çocukları istihdam edersen olacağı budur... (Şimdi "istihdam ne demek" diye de sorarlar.)

"Vay gericiler vay" demek istiyor gazete, astronotu bile Osmanlıca konuşturuyorlar!...

Tabii, "fücceten" kelimesini hayatlarında hiç duymamışlar. "Hak ile yeksan" diye bir deyim hiç kulaklarına gelmemiş.

Anaları bunlara nece öğretmiş? Hangi mektebe gitmiş ya da gitmemiş bunlar? (Bakınız ben de gericilik ettim, hükümete yağ çekmek için okul değil mektep dedim! Utanmıyorlar, böyle de suçluyorlar bizi.)

Bunların kafasına göre "Allaüekber" demek de gericilik tabii, ilerici olmak istiyorsan "Tanrı uludur" diyeceksin. (İkisinin arasındaki çok ince farkı CHP yöneticilerine bile sormayınız, algılayamazlar.)

Sonra da otururlar, Deniz Baykal'ın "çarşaf açılımını" ciddi ciddi tartışırlar.

Adam olmayacaklarını bildiğim için, sözüm onlara değil, Dilber Hala'nın yaptığı gibi, ortayadır:

Dolmuştan "müsait" bir yerde inen halka bu tür hırtlıklarla ters düşerseniz, Deniz Baykal'ınızı çarşaf da giyse iktidara getiremezsiniz, umreye de gitse...

Her Türk aydını, "makul" düzeyde Osmanlıca bilmek zorundadır.

Bakkal Mehmet Efendi'yi kastetmiyorum, "aydın geçinenlerden" sözediyorum. (Kaldı ki Bakkal Mehmet Efendi, "fücceten" gibi kelimeleri basın zavallılarına öğretecek konumdadır.)

Ancak üniversitedeki "paleografya" uzmanları tarafından çözülebilen "eskiOsmanlıca"yı da kastetmiyorum.

"Oturup eski yazı öğrenin" de demiyorum. Aslında demek isterim ama it kopuk üstüme saldırır...

Şu ölçüyü koyalım diyorum: Her Türk aydını, Atatürk kadar Osmanlıca bilmek zorundadır!

Örneğin kutsal kitabımız (!) olan Nutuk'u okuyup anlayabilecek kadar!

Çünkü Nutuk'un "Öztürkçe çevirisi" olan Söylev'de Atatürk meclis üyelerine, pardon, CHP meclis grubu üyelerine "Efendiler!" değil "Baylar!" şeklinde sesleniyor ve bu da fena halde gülünç oluyor.

Kaldı ki o tarihte ortada Atatürk yok, Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa var.

Hadi hadi utanma, "reisicumhur ne demek" diye de sor...

Ne bozuluyorsun hamşo, "bu ahval ve şerait en namüsait bir mahiyette tezahüredebilir" cümlesi onun ağzından çıktı mı çıkmadı mı?

Peki, "Kamubuyurum Tüz Bölemi'nin kamutay üyesi saylavları" deyince anlayacak mısın? Al sana gerici olmayan Öztürkçe cümle... Pardon, "tümce" canım, tümce...

sabah

27 Kasım 2008 Perşembe

ERGENEKONDA ATATÜRK






Belkide gelmişten geçmişe Türkiyemizin en polemikli konusu tüm soygunların,soysuzlukların,kimlilksiz ve kişiliksizliklerin arkasına bu fotorağ konuarak yapılmakta,bu poleimk olmaktan çıkarılmalı ve kanunlarla yeni bir düzenleme getirilmeli.


Ergenekon'da Atatürk istismarı

Ergenekon terör örgütü davasını akamete uğratmak için çabalayanları yer yer yazıyoruz. Yargılama ilerledikçe panik artıyor. Panik doğal olarak hataları çoğaltıyor.

Başından beri inceden inceye işlenen bir tema bugünlerde tekrar ve sıkça gündeme getirilmeye başlandı. Ergenekoncular, Atatürk'ün arkasına saklanarak kurtulabileceklerini sanıyor. Kaçak binasını yıkımdan kurtarmaya çalışan uyanıklara özeniyorlar.

Sinan Aygün, soruşturma kapsamında gözaltına alınıp tutuklandığında suçunu 'Atatürk'ü sevmek' olarak açıklamıştı. Evinde iki buçuk milyon Euro çıkınca 'Atatürk'ü seviyorsun ama paralarının üstünde onun resmi yok' esprilerine muhatap olmuştu. Ergenekon'da ilk muvazzaf dalga diye bilinen operasyonda tutuklanan Teğmen Mehmet Ali Ç. de "Mustafa Kemal'e bağlı olduğu" için suçlandığını söylemişti. Ergün Poyraz, duruşmada kendini Atatürk'ün yerine koymaya sıkılmıyor. Önceki hafta kaybettiğimiz son gazi Mustafa Şekip Birgöl'ü bile bu istismarın parçası haline getirmek istediler. Milliyet'ten Ercan Akyol, çizdiği karikatürde 'Eskileri uğurladılar, yenileri tutuklattılar' ifadesini kullandı. Marjinal sitelerde 'Mustafa Kemal'in askerleri yargılanıyor' cümleleri gırla gidiyor. Ergenekon'un gönüllü avukatı CHP sözcüleri, '1 numara Atatürk mü?' sorusuna bile cüret edebiliyor. Yargılananları Atatürk'le özdeşleştirerek kurtarmaya çalışma çok ucuz bir numara. Oğuz Aral'ın meşhur tiplemesi Avanak Avni'nin dayak yeme ihtimali belirince İstiklal Marşı okumaya başlamasını hatırlatıyor. Mahkeme önündeki bir terör örgütüyle özdeşleştirmenin, Atatürk'e ve onun mirasına hakaret olduğu gerçeğine aldırmadan devam ediyorlar. Normal şartlarda bu paralelliği kuranlar hakkında Atatürk'ü Koruma Kanunu'na göre işlem bile yapılabilir.

Hal böyleyken bazı marjinal internet siteleri ve ulusalcı mesaj zincirleri 'hem kel, hem fodul' takılmayı tercih ediyor. Ergenekon soruşturmasının sulandırılmasının önündeki en büyük engellerden biri de demokratik medya. Bazıları soruşturmayı sonuçsuz bırakmak uğruna taklalar atarken, demokratik medya, devletin bağırsaklarını temizlemesi için yakalanmış en önemli fırsata sahip çıkıyor. Ergenekon'un gönüllü avukatları bunu da hazmedemiyor ve çamur atmaya kalkıyor. Güya Zaman'da yayınlanan temsili bir çizimde Atatürk Ergenekonculardan biri olarak resmedilmiş! Ergenekon davasının en önemli takipçilerinden olan Zaman'ın böyle bir şeyi yapabilmesi için aptal olması lazım. Ergenekoncular, aklanmak için Atatürk'le özdeşleşmeye can atarken, davayı demokratikleşme adına kaçırılmaması gereken bir fırsat olarak görenlerin hiç yapmayacağı şey budur. Ayrıca mahkemeye giden ilk ressamlardan olduğu için çizimi 20 televizyonda ve birçok gazetede aynen yayınlandı. Bir kısmı, çizimdekinin tutuklu sanık gazeteci Vedat Yenerer olduğunu resmin üstüne yazdılar bile. Bu kadar gazetecinin Atatürk düşmanı veya kör olma ihtimalini izan sahiplerinin anlayışına havale ediyoruz.

Bu arada M.A. isimli bir tabip albay çalıştığı özel kliniğin mail adresini kullanarak sağa sola küfürlü mesajlar gönderiyor. Özel şirketin internet sitesine girdiğinizde karşınızda üniformalı kişi arzı endam ediyor. Genelkurmay böyle bir görevlendirme yaptı mı, yoksa durumdan vazife çıkararak mı Ergenekon'un gönüllü avukatlığına soyunuyor, bilemiyoruz. Albay M.A. ve onun gibilere Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök'ün sözleriyle cevap verelim. "Doğaner Gönen, telefonda Yalçın Bayer'e, "Bunun saçma bir iddia olduğunu, resimdeki kişinin kesinlikle Atatürk'e benzemediğini" anlatmaya çalışıyordu. Tartışmaya ben de müdahil oldum. Gerçekten saçma sapan bir iddiaydı." (Hürriyet, 28 Ekim 2008)

Bülent Korucu zaman

26 Kasım 2008 Çarşamba

ÇARŞAF İSYANI


Evet bu polemik gittikçe büyüyor büyüyecekte,CHP'nin içinde olduğu hiçbir konu yoktur ki toplumda polemiğe dönüşmesin,Tv kanallarımız,yazarlarımız zaten gündem sıkıntısı çekiyor.Yargıtay Savcımızda maalesef malzeme bulamıyormuş o nedenle de yeni bir polemik başaltılmış oldu,hatta şöyle bir beklenti var,AKP'de pikinili mankeleri partiye,vitrine kazandırma kampanyasını ne zaman başlatacak diye bir bekleyiş var bakalım ne zaman,olurmu olur bekleyelimde görelim.

ÇARŞAF İSYANI

ARKA PLAN... CHP üzerinden adeta kıyamet kopuyor. Deniz Baykal’ın çarşaflı kadınlara parti rozeti takması ortalığı birbirine kattı. Başını Prof. Necla Arat’ın çektiği birkaç CHP’li bu çıkışa ateş püskürürken, Nur Serter, Canan Arıtman, Mehmet Sevigen gibi isimler çıkışın arkasında durdu.

Peki böyle bir tavır değişikliğinin arkasında ne yatıyor? CHP muhafazakarlıkla ilişkisini yeniden gözden geçirme kararı mı aldı? Türk siyasetinde taşlar yerinden mi oynuyor? Partiler toplumla ilişkilerini yeniden mi düzenliyor?

Bu soruları ‘çarşaf töreni’ne en sert eleştirileri getiren Prof. Dr. Necla Arat’a sorduk. Geçen cumartesi İstanbul Taksim’deki Kadın Araştırmaları Derneği’nde bir araya geldiğimiz Arat, partisindeki tavır değişikliği konusundaki katı tavrını koruyor. “Çarşaf siyasi bir simgedir, bu simge CHP’nin ideolojisine terstir” diyor ve partinin üst yönetiminden yeterli eleştiri gelmediğini düşünüyor. Arat’a göre CHP çarşafla değil yeni bir program ve tüzükle çıkış yapmaya hazırlanıyordu. Onun yerine Sultanbeyli’deki görüntülerle kıyamet koptu. Ve bu kıyametten taban çok rahatsız.




Başörtüsü kabul itirazım çarşafa

Baykal’ın ‘çarşaf açılımına’ hiç katılmayan Necla Arat: Çarşafın bir siyasal simge olmadığına beni kimse ikna edemez. Gelenekten geliyor deniyor. Çarşaflı oranı yüzde 3. Yüzde 97 geleneğe aldırış etmiyor mu yani? Çarşaf şeriatın simgesi. Bizim başörtülü çok üyemiz var. Buna itirazımız yok. İtirazımız çarşafın simgelediği düşünceye. Cumhuriyetin kadın imajı ile uyumlu değil

  • Kıyamet koptu, dediniz. Öyle mi görüyorsunuz hakikaten? Türkiye’de tartışma ekseninin genişlemesi olarak yorumlanamaz mı CHP’nin çıkışı?

    Kıyamet koptu, tartışma uzadı, bambaşka yerlere geldi... Benim görüşüm yıllardır yazıp çizdiğim doğrultuda. Bunun dışına zaten çıkmazdım. CHP’nin bu girişiminin Türkiye’nin değişim sürecine bir katkısı olacak mı, onu izleyip göreceğiz.

    BAYKAL’A SÜRPRİZ DEĞİLMİŞ

  • Bu, önceden çalışılmış bir hamle miydi? Sayın Baykal’ı kim ikna etti?

    Hiçbir bilgim yok bu konuda. Parti Meclisi toplantımızda böyle bir şey konuşmadık. O yüzden o manzara benim için de bütün diğer milletvekili arkadaşlarım için de gerçek bir sürpriz oldu. Genel Başkanımız için de sürpriz olduğunu düşünüyordum ama demek ki değilmiş.

  • Deniz Baykal’la daha sonra görüştünüz mü?

    Hayır, henüz görüşmedim. Bu hafta Ankara’da olacağım. Görüşürüz herhalde. Görüştükten sonra daha iyi anlayacağım.

  • Baykal’a emrivaki yapılmış olabilir mi?

    O sırada birileri geldi, Sayın Baykal da gelenlere o şekilde davrandı, diye düşünüyorum. Ama işte bunun bir açılım olduğu, bazı değerlerin sorgulanması gerektiği ve yeni yaklaşımların Türkiye için yararlı olduğu türünden açıklamalar yapıldı. Yapıldı da biz siyasi partilerin tüzükleri, programları ve kim ne derse desin bir ideolojileri olması gerektiğini biliyoruz. Değerlerimizden, ilkelerimizden ve CHP’nin yoğun bir şekilde savunduğu devrimlerden ödün vermek pahasına olarak gördüğüm için ben bu olayı yadırgadım.

    KADINLAR GÖSTERİ MALZEMESİ

  • Çarşaflıya rozet takmak niye devrimlerden ödün vermek olsun?

    Bir; laiklikle bağlantılı. İki; kadınların gösteri malzemesi olarak kullanıldıklarını düşünüyorum.

  • Laikle ne ilgisi var bunun?

    Çarşafın bir siyasal simge olmadığına beni kimse ikna edemez. Gelenekten geliyor, deniyor. Bu ülkede çarşafın kullanılma oranı yüzde 3. Gelenekse yüzde 97 geleneğe aldırış etmiyor mu yani? Öte yandan çarşaf İslam dünyasında şeriatın simgesi. Demek istiyorum ki bizim toplantılara katılanlar bir takım köktenci görüşleriyle oraya geldiler. Çarşaf giydikleri için hangi değer ve görüşleri savunduklarını tahmin edebiliyoruz.

  • Söylediğiniz gibiyse bu kadınları kazanmak için önce onları kendi bünyenize alıp, sonra çarşaftan kurtarmaya çalışmak da bir yol değil mi?

    Ben bu kadınlara karşı değilim. Benimle ilgili, ‘Kadınlarla ilgili çalışması yok, tepeden inme’ vs deniyor.
  • 25 Kasım 2008 Salı

    BAYKALA AKIL FİKİR DUASI


    Malatya'nın Darende İlçesi Yenice Belediye'sinin AKP'li başkanının, Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker'in bulunduğu bir yemekte, "Baykal’a akıl fikir ihsan eyle yarabbi" diye yemek duası yapması TBMM Genel Kurul'unda geçenlerde günün polemiği oldu

    Konuyu TBMM’de gündeme getiren, CHP Malatya Milletvekili Ferit Mevlüt Aslanoğlu oldu.

    CHP’li vekil, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bakanının, bu şekilde yemek duası yapan kişiyi kovmamasını eleştirerek, "Allah, bu küçük beyinlere akıl fikir versin" dedi. Eker ise verdiği yanıtta, "Doğru, Baykal için 'Allah akıl fikir versin' diyerek, duayı doğruladı, ama kendisinin ve valinin bunu yadırgadığını ve bunu yapan kişiyi bizzat uyardığını açıkladı.


    Eker, “yemek duası içinde bir siyasi şahsiyetin isminin geçmesi tarafımca da doğru bulunmamıştır. Ama kendisini azarlamak yada kovmak mümkün değildi. Kem söz sahibine aittir” diye konuştu.


    Ancak Eker’in bu açıklamaları CHP grubunun kızgınlığını yatıştırmaya yetmedi. Bu kez CHP Gaziantep Milletvekili Yaşar Ağyüz de Eker’e seslendi: "Allah çiftçimizi sizin gibi bir bakandan korusun..."
    TBMM çatısı altında CHP ile AKP arasındaki tartışmalarda yeni dönemde sıkça Allah’ın da adının anıldığı bir döneme giriliyor...

    BİR ÖĞRETMENİNİN REJİMİ SARSAN NOTU

    Gün geçmesin ki yeni polemikler ortaya çıkmasın.Bir öğretmenimiz kendi fikirleri doğrultusunda not tutmuş ve bir işgüzarda bunları medyaya göndermiş.Ve yepyeni bir polemiğin başlangıcı olmuş,tabiki her zamanki gibi CHP ilk sırada ve avanesi Medyada arkasından durur mu,işte size bir öğretmenin rejimi sarsacak tipik polemikler arasında yerini alacak satırları.....


    DENİZLİ'de Hürriyet İlköğretim Okulu Tarih Öğretmeni Salih Pehlivan'a ait olduğu ileri sürülen yaklaşık 20 sayfalık ders notu, kentte tartışma yarattı.
    Padişahlık rejiminin ‘gerçek cumhuriyet rejimi’ olduğunu ve diğer tüm sistemlerden adaletli bir nitelik taşıdığını iddia eden öğretmen hakkında Denizli Valiliği soruşturma açtı.

    İddiaya göre tarih öğretmeni Salih Pehlivan, bir ay önce 8/A sınıfına kendi el yazısıyla işlediği ders notlarını dağıtıp sınav yapacağını duyurdu. Notlar, evlerinde sınava çalışan bazı öğrencilerin velilerinin dikkatini çekti. Öğrenciler, Pehlivan’ın derste padişahlık rejimini övdüğünü iddia etti. Ders notlarında şu ifadelerin yer aldığı ileri sürüldü:

    “1- Kapitalizm: Kapitalizm, komünizmin zıttına herşey insan içindir. Kişinin nereden kazanacağı önemli değildir. Ne kadar vergi ödediği önemli değildir. İnsanları doğum ile kabir arasında en üst düzeyde mutlu etmeyi amaçlar. Ama her zaman ve her yerde büyük balık küçük balığı yutar. Güçlü zayıfı, zengin fakiri daima ezer. Asla sorumluluk duymaz. Başıboşluğa sonuna kadar izin vardır.

    2- Sosyalizim: 243 çeşittir. Komünizm ve kapitalizm gibi insanı beşik ile mezar arasında mutlu yaşatmaya yöneliktir. Bu sistemde dinin yeri yoktur. Kağıt üzerinde ve hayallerde yaşatılan bir dünya cennetidir. Yeryüzünde hiçbir ülkede uygulanmamıştır. Uygulanma ihtimali de yoktur.

    3- Padişahlık söylendiği gibi tek bir kişiyle yönetilen yönetim biçimi değildir. Tam bir cumhuriyettir. Gerçek cumhuriyettir. Ülkede bulunan en ehil insanlar göreve getirilir. Söylendiği gibi padişahlık astığı astık kestiği kestik değildir. Şeyhülislam dolasıyla şura Kuran, sünnet, icma, gıyasın zıttına hiçbirşey yapamaz. Yaparsa kendi kafası gider. Öyleyse padişahlık rejimi asla monarşik değildir. Diğer sistemlerin hepsinden de adaletlidir.

    4- Herhangi bir konuda uzman (ehil) olan insanların çoğulculuk esasına dayalı yönetim biçimine gerçek cumhuriyet denir.”

    CHP TEPKİ GÖSTERDİ

    Öğretmen Salih Pehlivan’ın dağıttığı iddia edilen ders notlarıyla ilgili şikayetler CHP Merkez İlçe Başkanı Osman Bartal'a da ulaştı. Ders notlarını inceleyen Bartal, “Öğretmenin kendi kaleme aldığı çalışma notlarını gördüğümüzde büyük şok yaşadık. Tarihin çarpıtılmış, cumhuriyetin niteliklerinin de aşağılandığını tespit ettik. Öğretmen, anladığımız kadarıyla hazırladığı notlarla, ders diye verdiği safsatalarla çocukların beyinlerini yıkamak istemiş. Kendi ideolojik kavramlarını çocuklara enjekte etmeye çalışmış. Bu öğretmen hemen görevden alınmalı ve hakkında gerekli soruşturma başlatılmalı. Bu tür olaylara, AKP döneminde çok rastlar olduk. Artık Denizli’nin adının bu tür olaylarla anılmasını istemiyoruz” dedi.

    SORUŞTURMA AÇILDI

    Denizli Valisi Yavuz Erkmen ise, iddiaların çok ciddi olduğunu belirterek, “Valilik konuyu öğrenir öğrenmez İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne talimat verip soruşturma açtı. Ortada ciddi iddialar var. Eğer bu iddialar doğru ise, öğretmen cezasını çekecektir. İddiaları onaylamak mümkün değil” dedi.

    MÜFETTİŞLER İFADESİNİ ALDI

    Denizli’de öğrencilerine, kendi el yazısıyla hazırladığı, padişahlık rejimini öven ders notlarını dağıtıp sınav yaptığı iddiasıyla hakkında soruşturma açılan Hürriyet İlköğretim Okulu tarih öğretmeni Salih Pehlivan, müfettişlere ifade verdi. İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nden gelen iki müfettişin bugün sabah saatlerinde, halen okulda ders vermeye devam eden Salih Pehlivan’ın ifadesine başvurduğu öğrenildi.

    24 Kasım 2008 Pazartesi

    SON 7 YILINDA YALNIZDI "MUSTAFA"


    evet son günlerin sıcak polemiklerinden biride "Mustafa" onu aratmayacak yeni bir polemiğin başlangıcı olabilir eğer bu haber gözden kaçmaz ise......................
    http://edebiyatcafe.blogspot.com/

    Doç. Dr. Koçak, Atatürk'ü anlattı: 1930'larda İnönü'nün otoritesi rahatsız etti. Çankaya sofraları insanlarla irtibat kurduğu tek yerdi. Gece yaşıyordu."

    Fadime Özkan, Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Cemil Koçak'a Atatürk'ü sordu. İşte o röportaj...
    Milli Mücadele’nin başarılı bir politikayla kazanıldığını söyleyen Doç. Koçak’a göre Atatürk; hırslı, gerçekçi, ileri görüşlü ve müttefik bulmakta mahir bir politikacıydı. Can Dündar imzalı Mustafa filmi, haftalardır süren tartışmanın tetikleyicisi belki ama toplum bu noktaya çoktan gelmişti aslında. 12 Eylül askeri rejiminin pekiştirdiği tekrarcı, katı Kemalizm, bıkkınlığa yol açmıştı. Dündar da, tek boyuta sıkıştırılan Atatürk’e insan olarak bakmanın, Kemalizm’i yeni bir forma taşımanın yolunu arıyordu ama hayli ağır eleştirilere maruz kaldı. Oysa filmde yeni bir şey yoktu! Sadece, dar bir çevrede bilinen kimi gerçekleri, bir kitle sanatı olan sinema aracılığıyla yaygınlaştırmaya teşebbüs ediyordu! Ancak, onca tepkiye rağmen filmin gişe rekoru kırması, toplumun gerçeği bilmek istemesi demek olsa gerek. Biz de yakın dönem siyaset tarihi uzmanı, Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Cemil Koçak’a kuruluş yıllarında neler olup bittiğini, Atatürk’ü ve hakkında merak edilenleri sorduk. http://edebiyatcafe.blogspot.com/
    Mustafa filmini nasıl buldunuz? Tarihçiler açısından filmde yeni bir şey yok. Atatürk’ün sigara içtiği sahneden ya da sofrada bir kadeh rakı olsa kimsenin dikkatini çekmeyecekti. Bu kadar eleştiriye neden olması şaşırtıcı ama anlaşılan, var olan bilginin bu kadarının bile kamuoyuna açıklanması istenmiyor. Atatürk konusunda kullanılan süzgeç Türkiye’de dönemden döneme değişiyor. Eskisinden farklı olarak bugün kullanılan süzgecin delikleri hayli küçülmüş. Eleştirilerin setliğinin asıl nedeni bu. Mustafa filmi bana göre Kemalizm’in dışında ama nihayetinde Kemalist bir filmdir. Artık insanlar zaaflarıyla seviliyor hatta bu daha sıcak kabul görmeyi getiriyor. Biraz da bıkkınlık veren o katı Kemalizm’i kırıp Atatürk’ü yeniden kurgulama, yeni bir forma taşıma ihtiyacı okuyor musunuz arka planda? Zamanla bütün eski formatlar o kadar dar kalıyor ki, yeni koşullarda bir iç değişim zorunlu hale geliyor. Evet, Mustafa filmi bu iç dönüşümün iyi bir örneği olarak görülebilir. Atatürk ve dönemle ilgili bilgiler neden hep bir filtreden geçiriliyor? Gerçeği tüm çıplaklığıyla bilmek Atatürk’e ve Cumhuriyete sevgimizi bağlılığımızı azaltır diye mi düşünülüyor? Bu, kalıplaşmış bir ideolojinin yıpratılmasına izin vermeme mücadelesi. Bu kalıp düşünce yıpransa bile belki de hiçbir şey olmayacak. Bilemiyoruz, hiç denemedik. Atatürk her şeyin ayakta kalabilmesini sağlayan yegâne harç olarak görülüyor. Oysa böyle bir endişeye gerek yok. 12 EYLÜL ATATÜRKÇÜLÜĞÜ TERS TEPTİ Mustafa filmiyle başlayan Atatürk ve kuruluş yılları tartışması sağlıklı yürüyor mu? Biz de hiçbir tartışma prensip olarak sağlıklı yürümez. Bu da yürümüyor. Tartışıyor olmamız bir sağlık işareti sayılmaz mı? Evet, ama Asım Us’un günlüğünde bir paragraf var. 1938’de Atatürk öldüğünde İsmet Paşa Çankaya’da Atatürk’ten sonra ne yapılacağını konuşmak için dönemin önde gelenlerini topluyor. Diyor ki; “İngilizler tuhaf bir millettir. Büyük adamlar ölünce olumlu, olumsuz yönlerini hemen yazarlar.” Kastettiği Atatürk. Ama o politik konjonktürde bunun yapılabilmesinin imkânı yok elbette. Ya sonra? Atatürkçülük, Cumhuriyetin ilk zamanlarından 12 Eylül’e kadar ortak bir paydaydı. Bütün politik pozisyonlar içten ya da siyasi taktik olarak kendilerini, Kemalist ideolojinin ve politikanın bir yerine oturtmak için uğraşırdı. 80 askeri darbesi, katı Atatürkçülük anlayışıyla herkesin içselleştirdiği bu davranış modelinin sonunu getirmiştir. Paradoksal olan budur, Atatürk ve Atatürkçülük toplumda daha sıkı paylaşılsın istenirken, Atatürkçülükten savrulmaya neden olmuştur. Birbirinden farklı ve hatta uzak pek çok ideolojik politik pozisyon, kendini meşrulaştırmak için Atatürk’ü referans gösteriyor. Herkesin kendine göre bir Atatürk’ü var yani. Atatürk hangisi? Hepsi mi, hiç biri mi? Nasrettin hoca gibi cevaplayayım, herkes haklı. Çünkü hakkı olmasa da, herkesin kendi siyasi pozisyonuna ya da gönlüne göre bir Atatürk portresi çizme imkânı var. Lenin hakkında sınırlı sayıda farklı portre çizebiliriz ama kimse “Lenin komünist gibi görünüyordu ama aslında gönülden kapitalistti” diyemez. Bir ideoloji göreli olarak ne kadar katıysa, farklı portreler çıkarmak o kadar az mümkündür. Fakat Atatürkçülük o kadar eklektik ve pragmatik ki, slogan düzeyinde söyleyebildiği ilkeyi de değiştirebiliyor. 1923’te İzmir İktisat Kongresinde “ekonomik anlamda liberaliz” diyor Atatürk. Herkes liberaliz zannediyor. 1930’da Serbest Fırka kurulduğunda, bir de bakılıyor ki devletçi olunmuş. CHP’nin önde gelenlerinden Ahmet Ağaoğlu “Hayretle karşıladım. Halk Partisi olarak kendimizi liberalin liberali görüyorduk. Nerden çıktı bu şimdi” diyor. O yüzden herkes kendisine 1918’den 1938’e kadar geçen 20 yıl içinden Atatürk’ün yaptığı, söylediği, heveslendiği, amaçladığı, hedeflediği hatta aklından günlünden geçirdiği ne varsa seçip alabiliyor. “HIRSLARIM İDEALLERİM VAR” Atatürk duruma göre konuşup pozisyon alıyordu, bu ona geniş bir hareket alanı açıyordu. Politik pragmatizm bu ama neden hiç vurgulanmıyor? Bizde politika ve politikacı tabiri toplum düzeyinde pejoratif (aşağılayıcı) bir anlam taşıyor. Atatürk’e bu algı içinden bakmak onu da pejoratif alana çekmek olur. Benim iddiam Atatürk’ün politikacı olduğudur ancak ben, Antik Yunan’daki anlamıyla kullanıyorum. Antik Yunan’da politika çok erdemli ve değerlidir. Bence Atatürk, kendisiyle birlikte siyasi mücadeleye katılan grup içindeki en yetenekli ve becerikli politikacıdır. Milli mücadeleden önceki dönem için bunu söyleyemeyiz ama. Neden söyleyemeyiz? Böyle bir alan bulamıyor çünkü. Milli mücadeleye kadar bütün gençliği, politik arenaya çıkıp yetenek ve becerisini gösterebilmenin kapısını aramakla geçiyor. Ama 1918’e kadar bütün kapılar suratına kapanıyor. “Büyük hırslarım ideallerim var ama Sofya’da tıkıldık kaldık” mektubundaki gibi bir gençlik bunalımına yol açıyor bu. Diğerleri gibi İttihatçılar içinde yükseleyim diyor, önünü kapatıyorlar. Askerlik yapayım diyor, aynı şey oluyor. Enver’in yaptığı gibi padişahın kızını alabilirsem harbiye nazırı olabilir miyim, diyor, yine olmuyor. Fakat tüm bu talihsizlikler Mustafa Kemal’in hayattaki en büyük talihi olmuş. İttihatçı olaylarına karışsaydı Samsun’a gidemezdi çünkü. Talihi 1918’te açılıyor ve ondan sonraki bütün hayatı; politika nasıl yapılır, nasıl öngörüde bulunulur, alternatif planlar nasıl üretilir, uygulanırın cevaplarını gösteriyor. Ama ta başından beri kafasında bir hedef vardı, değil mi? Mücadelenin lideri olma, meselesi vardı. Kendisi olmazsa mücadelenin kazanılması ihtimali yok gibi. Evet hırslı. Kendisi de “İdeallerim ve hırsım var” diyor zaten. Fakat ideal ve hırs tek başına yeterli değil. Gerçekçi biri olarak görüyor ki, müttefik hem de çok farklı kanatlardan müttefik lazım. Müttefikleri arayıp bulmak bir politikadır. Onun için de her gelen müttefike ayrı ayrı konuşuyor. Bir süre sonra inandırıcılık sorunu doğurmuyor mu bu tutum? Hayır, çünkü geniş bir hedefler manzumesi sunmuyor kimseye. Herkesin ortak olarak var olabileceği basit bir hedef sunuyor. Hedefini küçültmese ya da genişletse o ittifak hemen dağılacak. 1922’de 23’te olacak şey 1919’da başına gelecek, bunu iyi biliyor. İşte, politikacılık bu! Önemli bir politikacı yönü daha var: Kendi siyasi pozisyonunu mümkün olduğunca güçlendirirken, karşı tarafın pozisyonunu mümkün olduğunca zayıflatıyor. İşgal kuvvetleri arasındaki anlaşmazlığı görüp üzerine gidiyor ve blok halinde hareket etmelerini engelliyor. Amerikalılarla, Fransızlarla, İtalyanlarla, İngilizlerle farklı konuşuyor. Sovyetlerle de farklı konuşuyor. Bunu 1923’ten sonra da bütün politikalarında uyguluyor. OTORİTERLİKSE OTORİTERLİK Cumhuriyet tarihimizde laiklik ve demokrasi arasında tercih yapılabilir gibi bir pratik var. Atatürk’ün demokrasiye bakışı neydi? Diğer Jön Türkler gibi Atatürk de modern Avrupa’ya baktığında demokrasiyi değil uygarlığı görüyordu. Biz bugünkü dünyaya bakarak diyoruz ki çağdaş olmak için mutlaka demokrasi gerekir. Oysa bu 2. dünya savaşından sonra çıkmış bir teori. Öncesinde böyle bir şey yok. Japonlar Amerika’ya savaş açıp tekme tokat atarken modern değil miydi? http://edebiyatcafe.blogspot.com/ Modernlerdi, aynı zamanda da otoriter! Atatürk’ün bakışı da şuydu; İngiltere gibi olursa ne ala ama olmazsa da önemli değil. Önemli olan uygarlık çizgisini yakalamak, bunu hangi araçlarla nasıl yakalayacağımız. Otoriterlikle olacaksa da otoriterlikle. Ama demokrasi arayışı sürüyor, kendisinden ‘diktatör’ diye bahsedilmesinden rahatsız oluyor… İsmet Paşa diyor ki hatıralarında, “Atatürk Serbest Fırka macerasından sonra bu konuyu bir daha hiç açmadı. Bu hülyadan vazgeçti”. Atatürkçülük ideolojisi niçin bu kadar hızla otoriterleşebiliyor, sorusunun arka planında bu var. Bir fantezi tabi ama Atatürk’ün politik pragmatizmine bakıp, Atatürk yaşasaydı şu sorunu şöyle çözerdi gibi bir çıkarımda bulunmak mümkün mü? Hayır. Spekülasyon olur. HANGİ SORUN ÇÖZÜLMÜŞ Kİ Ama mesela Kürt meselesinde İnönü’nün baskıcı politikasından rahatsız olup Bayar’a Şark Raporu hazırlatılıyor, ılımlı yaklaşmak gerektiğini düşünüyor. Bu onun çözüm için politika değiştirebildiğini de göstermez mi? Bir kere şunu kabul edelim. Bugünkü sorunlarımızın geriye doğru gittikçe katmerleşiyor. Kaynakları hep o dönemde. Ama şunu da sormalıyız: Atatürk ve İsmet Paşa döneminde bu ülkenin hangi sorunları çözülmüş? “Demir ağlarla ördük yurdu” denir 10. yıl marşında ama demiryolu sorunu çözülmüş mü mesela. Siyasi meseleler zaten donmuş kalmış ama ulaşım sorunu, alt yapı, limanlar, sosyal meseleler, tarım meselesi çözülmüş mü? Cumhuriyet döneminde çözülen sorun yok mu hiç? Var, trahom, sıtma, verem, gibi bulaşıcı hastalıklar çözülmüş. Çözen de Sağlık Bakanı Refik Saydam. Bugün nüfusun yüzde 10’nun AİDS olduğunu düşünün, frengi o derece yaygın. Saydam, bu acil hayati sağlık sorunlarını büyük ölçüde çözüyor. Daha sonra Atatürk ölüp İnönü cumhurbaşkanı olduğunda o da Başbakan oluyor ve Mecliste yaptığı ilk konuşmada “Arkadaşlar” diyor, “Bilesiniz, memlekette her şey a’dan z’ye bozuk”. Enkaz devraldık, diyor yani! Evet, enkaz edebiyatı öyle başlıyor Türkiye’de. Önceki kabinenin bir üyesi, yeni başbakan olarak sorunu tespit ediyor ve “düzeltmeye çalışacağız” diyor. TÜRKLEŞTİRMENİN ARDINDA TARİHİ TECRÜBE VAR Atatürk ulus devleti inşa ederken, Vecdi Gönül’ün sözlerine yansıyan böyle bir etnik elemeyi, benzeşmeyi en başında istemiş miydi? Ayrıca; Atatürk Selanikliydi, kurucu kadro çoklukla eski İttihatçılardan oluşuyordu ve onlar da çoklukla Balkan kökenliydiler. Farklı kökenden olanların Anadolu’yu Türkleştirmesini nasıl açıklamak gerekir? Bir kere modern bir ideoloji olan milliyetçilikle karşılaşmak için modern bir devlette yaşamak lazım ya da Batının fikirlerinin Türk ve Müslüman coğrafyaya aktarıldığı modern okullarda okumak. Bu da Osmanlının Balkanlar ve Kafkaslar tarafında oluyor. İmparatorluk içeriye doğru çöktükçe herkes içeriye kaçıyor. Dört bir taraftan gelmiş etnik olarak Türk olmayan hatta çoğu Türkçe konuşmayan grupların tek ortak özelliği Müslüman olmaları. Türklük de bu Müslüman topluluğun üzerine bina edilen bir şey. Türk olmanın iki belirleyeni var, Türkçe konuşacaksın, Müslüman olacaksın. Burada bir paradoks yok mu? Rumlar, Ermeniler Müslüman değil ama Türkçe konuşuyor, bu topraklarda yerleşik. Kurucu iktidar hem hilafeti kaldırıyor hem de Müslüman olmayanlara karşı ayrımcı bir politika geliştiriyor; kökeni Türk olmayan Türkçe konuşmayana Türksün diyor öte yandan Türkçe konuşan Ermeni ve Rum’u dışarı itiyor… Aynen böyle oluyor. Toplum ve iktidar bu konuda şunun için ittifak halinde: Buraya gelenlerin büyük kısmı da yerinden yurdundan edilmiş. Kafkaslardan Balkanlardan Adalardan gelmiş. Her şeyini orada bırakmış. Bu toprak parçası onlar için artık tırnaklarıyla korunması gereken bir yer. Ama geldikleri zaman görüyorlar ki, kendilerini oradan atmış olanların dindaşları burada! Buradaki rövanş duygusunu haklı görmesek de, anlamaya çalışmamız lazım. Acaba aynı şey bir daha olabilir mi diye düşünülüyor. Bunu bir kere yaşayan biri, bir daha asla yaşamak istemez. Bunu kimse göze almaz. Bu politikanın ardında psikolojik refleks var o halde? Sadece psikolojik değil. Sadece Anadolu’da değil Balkanlarda Kafkaslarda her yerde canhıraş bir şekilde hayatta kalabilmek için uğraşılıyor. Buralar Avrupa’daki stabilizasyon sağlandıktan sonra stabilizasyonu sağlanamayan son toprak parçaları. Bugün bile sağlanamıyor. “Bizi oradan kovdular, kovarken yalnızca Bulgar köylüsü değil, Rus çarlığının askerleri de vardı”. Bunu gördüler. Bu senaryoyu bir kez gördükten sonra bir daha bu insanların birada yaşayabilmeleri çok zor. ATATÜRK AYDINLANMACIYDI Atatürk’ün bir ideolojisi var mıydı, dine bakışı neydi? Atatürk’ün birleştirici bir figür, harç görüldüğü bir İslam toplumunda söylemek kolay değil ama Atatürk’ün dinle bir ilgisi olduğu kanısında değilim. Atatürk’ün ve Atatürkçü ideolojinin asıl arzuladığı şey dinin emrettiği her şeyden azade olmuş bir toplum. Bu da 19. yüzyılın aydınlanma felsefesi demek. Aydınlanmacılara göre din zımbırtıdır, ilkel insanlara mahsustur. İnsanlık bilim eğitim ve aydınlanma sayesinde bir gün öyle bir hale gelecek ki dine gerek kalmayacak. Atatürk de böyle mi düşünüyordu? Aynen böyle düşünüyordu. Atatürk aydınlanmacıydı. İsterdi ki Türkiye’nin büyük kısmı aydınlanma felsefesine inansın, ona göre yaşasın. Onun da dinle ilgisi çok zayıftır. DİNE HAYLİ UZAKTI Ateist miydi? Bilmiyorum. Ama gençliğinde Ali Fuat Cebesoy bir kitap vermiş Ruh ve Madde diye. O zamanki ateistlerin popüler el kitaplarından. Atatürk de altını çizerek okumuş, etkilenmiş. Hatıratında var, bugün de okudum, bu gün de, diye. Ama o kitaptan ne çıkardı, dine değilse de var oluşa inanıyor muydu, bilmemiz mümkün değil. Balıkesir hutbesi, dini referanslar, Meclis’in Cuma günü duayla açılması… Bunlar ne peki? Bunlar hep politika. Atatürk’ün dine ilgisinden değil o dönemin gereklerine göre uyguladığı politikalar. Yoksa ben Atatürk’ün dine hayli uzak bir kişi olduğu kanısındayım. MUTSUZ VE YALNIZ Atatürk’ün son dönemde yalnız mıydı gerçekten, psikolojisi nasıldı? Filmde Çankaya’ya sıkışmış, bunalan, neredeyse depresyona girmiş birini görüyoruz. 1930’da Serbest Fırkadan sonra Atatürk, İsmet Paşa’nın yükselen otoritesinden bir miktar rahatsız olmakla birlikte belki sağlık belki psikolojik yorgunluk nedeniyle bilemiyorum, büyük ölçüde günlük politikadan kendini sıyırmaya çalışıyor. Çankaya’daki akşam sofraları hayatla, insanlarla irtibat kurduğu tek alan haline geliyor. Böyle olduğu Türk İnkılâp Enstitüsünün yıllar önce yayınladığı Atatürk’ün Nöbet Defteri’nde de görülebilir. O defterde bir oynama yoksa evet, Atatürk son 7 yılını yalnız geçiriyor. Gelen gidenler var fakat hep aynı kişiler. Dışarıya çıktığı pek yok. Hayatı gündüz değil akşamüzeri ve gece yaşıyor. Depresyon mudur bilemem, böyle bir kırılma olmuş hayatında. Ve böyle yaşamaktan memnun değildi. Geriye çekilmişlikten, bir miktar İsmet paşanın onu oraya hapsetmeye çalışmasından, hep aynı kişilerle aynı şeyleri konuşmaktan da rahatsız. Kolay arkadaşlık edilen biri miydi peki? Muhtemelen çok zor bir kişilikti. Atatürk’le ister çok samimi olsunlar ister kavga etsinler herkesin söylediği şey de, fikirsel ya da kişisel ilişki düzeyinde olsun Atatürk’ün geçinilmesi kolay biri olmadığı. Eleştiriye ne kadar açıktı? Bütün liderler gibi, kendi fikrinin ve yaptığının tek doğru olduğuna samimiyetle inandığı için eleştiriye tahammülü pek yoktu. Pişmanlıkları var mıydı? Muhtemelen. Eski arkadaşlarıyla siyasi anlaşmazlıklar nedeniyle ilişkilerin yıpranmış olmasından muhtemelen üzüntü duyuyordu. “BENİ HATIRLAYIN” Unutulmakla, hatırlanmamakla ilgili bir endişesi var sanırım Atatürk’ün… Bu galiba Atatürk’te çok içselleşmiş bir şey. Birkaç tane bunu gösteren sahne var. Cumhuriyetin 10. yılında “Şimdi çok sevinçli olmam lazım ama bir şey hissetmiyorum. Niye böyle oldum acaba” diyor, kendi ruh halinden ürküyor. Arkadaşlarına da “Bana yardımcı olun da o coşkuyu hissedeyim” diyor. Bu çok önemli bence. “Beni hatırlayın” cümlesi de öyle. İnsanlar yaşları ilerledikçe, acaba öncekilerden bazıları gibi ben de unutulur muyum, diye düşünür. Beni hatırlayınız, derken aslında bize “Ben bir şeyler yaptım. İdealimi ve hırsımı yerine getirdim, ne derseniz deyin ama beni hatırlayın. O da öyle bir devirdi geldiii geçtiiii deyin” gibi bir şey demek istiyor galiba. Atatürk gibi, bir milletin tarihinde çok önemli bir yer tutan birinin böyle düşünmesinin tek nedeni bu mu? O Çankaya’ya sıkışırken İnönü’nün otoritesinin yükselmesi de etken olabilir mi? Onun elbette bir siyasi tecrübesi var, ama tarihsel bilgisi de var. Bütün firavunlar hatırlanıyor mu ki. Bence çok insani bir şey bu. FİKRİYE HANIMA GERÇEKTEN ÂŞIKTI Atatürk, Fikriye Hanımı gerçekten sevmişti değil mi? Ben Fikriye Hanıma âşık olduğunu düşünüyorum. Gerçekten evlendiler mi bilmiyorum. Hıfzı Topuz’a sorarsanız nikâh kıyılmış. Ama nikâh belgesi bulunmuş değil. Muhtemelen ona gerçekten âşıktı, vicdanen çok şey borçlu olduğunu düşünüyordu. En zor zamanlarda Fikriye yanındaydı çünkü. Herhalde Fikriye onun hayatında bir dramdı. Ölümüyle ilgili de ekstra bir yük olabilir mi Atatürk’ün sırtında… Bu maceranın bu şekilde, sonuç olarak bir skandalla bitmiş olması da öyle zannediyorum onu kişisel olarak çok yıpratmıştır. ROMANTİK MİYDİ? Romantik bir erkek miydi Atatürk? Bunu anlayabilmek için Can Dündar’ın okuma fırsatını bulduğu bizim henüz göremediğimiz kendi el yazmalarını sansürlenmemiş haliyle görmemiz lazım. Bir de onunla birlikte olan kadınların ağzından öğrenebiliriz. Yoksa bilemeyiz. Mustafa filminde de var: Atatürk Sofya’ya giderken trende Madam Corinn’e yazdığı mektupta “…kollarında geçirdiğim gecenin mutlu hatırasıyla…” diyor. Yıllar sonra Çankaya’daki bir sofrada udi, bir aşk şarkısı söyleyince ağlıyor. Bunlar romantik olduğunun göstergesi sayılmaz mı? Bunun gibi pek çok örnek bulmamız lazım ki bir saptamada bulunabilelim. Mesela Fikriye hanımın anıları olsa elimizde…ama yok. İLİŞKİLERİ YAZILMADI Peki, Madam Corinne, Fikriye ve Latife Hanım dışında hayatına giren kadınlarla ilgili ne biliyoruz? Cumhurbaşkanı olduktan, Latife Hanımdan sonra da hanımlarla ilişkisi devam etmiştir elbette. Bunları yakın çevresi biliyor ama hiç yazılmadı. Muhtemelen, nikahsız bir ilişki, faul, diye düşünülüp daha o zaman elendi. Bunlar gönül ilişkileri mi yoksa… Ne kadarı gönül ilişkisi, ne kadarı filmde söylendiği gibi çapkınlık, onu da pıt diye söyleyemem. ‘İMAJ MAKER’I VAR MIYDI? Çok şık giyiniyordu Atatürk. Bunu nasıl başarıyordu, bir imaj makerı var mıydı, modayı nasıl takip ediyordu, kıyafetlerini nereden getirtiyor ya da kime diktiriyordu? Bu dönemin bazı insanları uygarlığın getirdiği bütün değişimi bizzat yaşamak istiyor. Atatürk de, Batı olarak sadece, yakın vakte kadar Osmanlının vilayeti olan Sofya’yı gördü. Ki Sofya Avrupa’nın taşrasıdır. Ama uygarlığa ait şeyleri çok hızlı öğreniyordu. Kıyafetleri kendi seçimiydi, ısmarlayarak yaptırıyordu. Beyoğlu’nda terzisi, ayakkabıcısı, gömlekçisi vardı. Muhtemelen moda dergilerinde görüp kendisi beğeniyordu modelleri. Ama onları uyumlu kullanmasını sağlayan ince bir zevki vardı. ABDÜRRAHİM TUNÇAK GERÇEK OĞLU MU? Atatürk’ün manevi oğlu Abdürrahim Tunçak’ın biyolojik oğlu olduğu yönünde bir dedikodu var. Tunçak da kendisine sorulduğunda “Bu sır benimle mezara gidecek” diyor. Siz ne biliyorsunuz? Hiçbir zaman bilmeyeceğimiz şeylerden birisi de bu. Sarih bilgi bırakmadıkları için hep spekülasyon olarak kalacak. Baba, bir şey söylemiyor. Anne yok. Evlat, normal koşullarda ‘nerden çıkardınız böyle bir şeyi’ demesi gerekirken demiyor ama tekzip de etmiyor. Peki. Ama burada tarihi açıdan kafa karıştıran şu: “Bitlis cephesine giderken gördüm, 5, 6 yaşındaydı. Evlat edindim eve getirdim” diyor Atatürk. Bekâr bir subay ve hayatında, ev diye bir şey yok. O vakte kadar kışlada geçmiş bütün ömrü. Hem niye oradaki yüzlerce binlerce yetim çocuk arasından birini evlat ediniyor. Bunu yapan başka bir komutan da yok. Tamam, diyelim ki hikâye doğru. O zaman da şu var: Abdürrahim Tunçak’ın kızı, babasının bebeklik fotoğrafını gösteriyor. Evlat edinildiği yaştan çok önce Atatürk’ün evinde çekilmiş. Fotoğraftaki Tunçak ise hikâye birden yanlışlanıyor. Ama kesin bilgi olmadığı için her şey tevatür oluyor. “BU BİZİM PEDER DEĞİL” Atatürk’ün uşağı Cemal Grada anılarında Atatürk’ün “Ben de babamı tanımıyorum” dediğini söylüyor. Bu ne demek? O da şuradan kaynaklanıyor: Ali Rıza beyin elimizde tek fotoğrafı var. O fotoğrafla ilgili olarak Falih Rıfkı Atay, Çankaya’da diyor ki, “Bu fotoğrafı, bir grup fotoğrafı içinden Ali Rıza Bey bu diye, kesip büyütüyorlar. Atatürk’e “Babanızın fotoğrafını bulduk, budur” diyorlar. Atatürk de bakmış “Bu bizim peder bey değil” demiş”. Başka da fotoğrafı yok. Baba, Atatürk’ün ifadesiyle kendisi 7 yaşındayken ölmüş. Fakat Atatürk’ün hangi tarihte doğduğunu nasıl bilmiyorsak babanın da tam olarak hangi tarihte öldüğünü bilmiyoruz. Babanın 1883 ila 1888 arasında öldüğüne dair bir vesika gördüm ben. Atatürk babasını 7 yaşında kaybettiğiyse ve Ali Rıza Efendi de daha erken öldüyse Atatürk’ün yaşı büyümüş, 1881’den önce doğmuş oluyor. Doğum tarihi olarak 1881 nasıl sabitleniyor peki? 1939 tarihli Genelkurmay Harp Tarihi kitabında yer alan Atatürk’ün biyografisinde “1880’de doğmuştur” deniyor. Anladığım kadarıyla Atatürk’ün hicri tarihli doğum tarihi yeni takvime çevrilirken 80 ya da 81 olabiliyor. Ama 1881’e nasıl fiske edildi, bu ilerideki araştırma konum olacak.
    Star gazetesi