16 Şubat 2009 Pazartesi

MEDYA PATRONLARINA ZOR SORU!

'Kendimi görüşülen patronun televizyonları ve gazetelerinde yazan-çizen, yayın politikalarından sorumlu olan insanların yerine koyuyor ve irkiliyorum.' Yeni Şafak'tan Fehmi Koru yazdı...
Sırada kimler var?
Acaba Jandarma Genel Komutanlığı'nda görüşmeye çağrılan patronlar arasında Yeni Şafak'ın sahibi veya yayın yönetmeni veya Ankara Temsilcisi de var mıdır? Var ise, komutanlıkta kendileriyle neler görüşülmüş olabilir? Yok ise, kendileriyle neden görüşülme ihtiyacı duyulmamıştır?
Gazeteleri ve televizyon kanalları da bulunan önemli bir işadamı ile Jandarma'da görevli bazı üst düzey subaylar arasında geçen, Taraf gazetesinin önceki gün metnini yayımladığı görüşme kaçınılmaz olarak bu soruyu akla getiriyor. Elimizde metni bulunan görüşmede, pek çok başka konu yanında, televizyonlar ve gazetelerin yayın çizgisi ve bazı çalışanlarının durumu da gündeme gelmiş...
Patronu kendi çizgilerinde yayın yaptırdığı için özellikle tebrik etmiş askerler; lâfın gelişine göre, aynı patronun cep telefonu şirketinden yararlanmalarına izin vermesinden daha hararetli olduğu anlaşılan bir tebrik bu. Tek üzüldükleri konu, kendilerinin tavsiye ettiği birinin medya grup başkanlığının sona erdirilmesiymiş; itiraz olarak “Bize yılda 9 milyon dolara mal oluyor” denildiği halde o kişinin göreve döndürülmesi için ısrar üstüne ısrar etmişler...
Kendimi görüşülen patronun televizyonları ve gazetelerinde yazan-çizen, yayın politikalarından sorumlu olan insanların yerine koyuyor ve irkiliyorum. Ne kadar 'bağımsız', 'kendi çizgisinden şaşmaz' biri oldukları yolunda bugüne kadar etrafa verdikleri imajı bir düşünün, bir de patronlarının komutanlarla yaptığı görüşmenin günyüzü görmesinden sonra düştükleri durumu...
Patronla görüşen komutanların veya aralarında “Çok nazik biridir” diye hakkında konuştukları genel komutanın Ergenekon Davası sanığı olmaları değil manzarayı çirkinleştiren; Ergenekon sanığı olmasalardı dahi, medya grubunun yayın politikasının Jandarma Genel Komutanlığı çatısı altında belirlendiği bilgisi bile, o gruba ait televizyonlar ve gazetelerde çalışanları herhalde çok rahatsız etmiştir.
Bundan sonra (tabii bundan önce de) yazdıkları her şey, ekrana taşıdıkları her konu -ister istemez- grubun askerle ilişkisine bağlanacaktır.
Acaba bizim patronlarla da görüşmüşler midir, o medya grubunun patronuyla görüşen komutanlar? Bizim gazetenin genel yayın yönetmeni ve Ankara Temsilcisiyle aynı düzeyde bir temas veya görüşme yapmışlar mıdır? Merak bu ya: Acaba ülkemizin en büyük medya grubunun patronuyla da diğer patronla yapılana benzer bir görüşme olmuş mudur?
Jandarma'da patronlarla temasları yürüten kadronun konuklarına hissettirmeden görüşmeleri kayda alma ve bilgi notu haline getirme alışkanlığı sebebiyle, eğer aynı çatı altında başka medya gruplarının patron ve yöneticileriyle de görüşmeler yapılmışsa, o görüşmelerin görüntüleri veya bilgi notları da yakında piyasaya düşecektir demektir...
Bizim patronlarla neler görüştükleri kadar, askerlerin ülkemizin en büyük medya grubunun patronuyla veya yayın yönetmeniyle veya Ankara Temsilcisiyle neler görüştüklerini de merak ederim.
Umarım, görüşme yapılanların hiç değilse birinin aklına basının özgür olduğu, gazetecilerin bağımsızlıklarına düşkünlükleri gelmiş ve kendilerine politik çizgi çizmeye çalışanlara gerektiği biçimde tepki vermişlerdir. Sivillere karşı aslanca sürdürdükleri 'yayınlara karıştırmama' mücadelesini kendilerini hesaba çekmeye kalkışan sivil-olmayanlara karşı neden vermesinler ki?
Bir patron yanlış yaptıysa bütün patronlar da yanlış yapacak değiller ya!
Bakalım merakımı giderecek gelişmeler yaşanacak mı? Ne zaman?
Fehmi Koru / Yeni Şafak

15 Şubat 2009 Pazar

DEMOKRASİLERİN FEDAİLERİ OLUR MU?

Demokrasi düşmanlarının çabalarını önlemek için hukuğun dışına çıkılmalı mı? Ahmet Altan'dan mükemmel bir makale...
et Altan / Taraf
Ölçü
Bizim gazetemizde çalışan herkes benim bilebildiğim kadarıyla demokrat bir anlayışa sahiptir.
“Ben demokrat değilim” diyecek biri çıkmaz aramızdan sanırım.
Ama bu, hepimiz her konuda aynı fikirdeyiz anlamına da gelmez.
Bazen çok ciddi çatışmalara yol açan görüş ayrılıkları da yaşarız.
Yıldıray Oğur, bizim en genç, en parlak yazarlarımızdan biri.
Çok haklı, çok anlaşılabilir bir öfkesi var bu ülkenin insanlarına yapılan haksızlıklar konusunda.
Darbecilerin, çetecilerin bu ülkeyi götürmeye çalıştığı uçurumu gördükçe kızgınlığı bileniyor.
Kendi deyimiyle, “militan” bir demokrat.
Galiba bazen, çok öfkelendiğinde, “militanlığı” demokratlığının önüne geçiyor.
Dün bizim gazetede bir yazısı yayımlandı.
Demokrasi düşmanlarının çabalarını önlemek için yapılacak yasadışı “ortam dinlemelerini” savunuyordu.
Mahkeme izni olmadan yapılan bu tür dinlemeler yasaya aykırı.
Sadece yasaya değil hukuka, hukukun özüne de aykırı.
Hangi “kutsal” amaca hizmet ederse etsin hukuka aykırı davranışların sonunda herkes için önlenemez bir belaya döneceğine inanırım.
Üstelik herkesin inandığı bir “kutsal” değer bulunur.
Güneydoğu’da insanları enselerinden vurup öldüren JİTEM’ciler de bunu “kutsal” bir dava için yaptıklarına inanıyorlardır büyük bir ihtimalle.
Onlara da sorsak, “vatanın bölünmesini önlemek için hukukun dışına çıkmak mubahtır” diyecekler.
Darbecilerin de, Ergenekoncuların da böyle “kutsal” nedenler bulabileceklerine eminim.
Eğer “kutsal” bir dava için “hukukun dışına çıkılmasını” mubah görürsek, bu bizi, kimin kutsalı en doğru, kimin kutsalı en haklı, kimin niyeti en halis gibi fevkalade sübjektif bir tartışmaya götürür.
“İyi niyetle” kötü işler yapılabileceğini kabul ettiğimizde, kendi niyetinin iyi olduğunu söyleyen herkes iç rahatlığıyla kötülük yapar.
Hepimiz kaygan bir zeminde birbirimizin niyetini suçlamaya başlarız.
Çok uzun yıllardan beri bu ülke bu “niyet” çatışmalarının yarattığı kanlı bir zeminde yaşıyor.
Bunu önleyebilmek için “objektif” bir ölçü koymak gerekir.
Bu ölçüyü de herhangi birinin uydurmasına ya da yaratmasına gerek yok.
İnsanlık, binlerce yıllık deneyimlerinin sonucunda hukuk kurallarını bulmuş.
Hukuk, bütün insanlığın ortak ölçüsü.
Amaç, Türkiye’yi de insanlığın ortak ölçülerine saygılı bir devlet ve toplum haline getirmek.
Demokrasi dediğimiz de, bu hukuksal ölçülerin herkese eşit olarak uygulanması.
Hukukun dışına çıktığınızda, demokrasinin de dışına çıkarsınız.
Hukuku inkâr ederek demokrasiye ulaşmaya çalışmak, demokrasiyi inkâr ederek demokrasiye ulaşmaya çalışmak olur.
Demokrasiye ulaşmak için bile olsa, demokrasinin dışına çıkılabileceğini kabul ettiğinizde, “hukuka ve demokrasiye” karşı çıkanlardan ne farkınız kalır?
Yıldıray, “bir darbeyi önleyebileceğinizi bilseniz bile hukukun dışına çıkmayacak mısınız” diyor.
Kabul etmek gerekir ki bu cevabı zor bir soru.
Öyle iç rahatlığıyla verebileceğiniz ezberden bir cevabı yok.
Bu, “çocuğunu öldürmek için kaçıranlardan birini yakalasalar, kaçıranların yerini hemen bulup çocuğunu kurtarmak için işkence yapılmasına karşı çıkar mısın” türünden insanı sıkıştıran bir soru.
Böyle bir soruya nasıl bir cevap verilebilir?
Böyle bir sorunun gerçekçi ve dürüst cevabı nedir?
Benim kişisel olarak dürüst cevabım şu:
O andaki acımla işkence yapılmasını kabul edebilirim belki ama bu, işkenceye karşı çıkmamı, işkencenin yanlışlığını savunmama engel olmaz.
Bunu yapabilirim ama yanlış bir şey yaptığımı da bilirim.
Bu yanlışlığı genel bir “kural” olarak kabul etmem.
Çünkü kendi çocuğumun hayatını kurtarabilmek için birçok çocuğun hayatını tehlikeye attığımı, işkencenin yolunu açtığımı da fark ederim.
Ölçüm, “işkencenin insanlığa aykırı” olduğudur.
Ben kendi zaafımla, inandığım bir ölçüyü çiğnemişimdir.
Bu, “ölçünün” doğruluğunu değiştirmez.
Yıldıray’ın “darbe” konusundaki sorusu için de aynı cevabı veririm.
Darbeyi önlemek için belki hukukun dışına çıkarım ama bunu bir “ölçü” olarak kabul etmem.
“Tek” bir olay için karşılaşacağım olağandışılığı “olağanlaştırıp” genel bir kural olarak savunmam.
Ve, bence savunulmamalı.
Bütün insanların hayatını teminat altına alacak bir “ölçümüz” olmalı, çok özel nedenlerle ve “tek bir olay” için bu ölçüyü çiğnemek zorunda kaldığımızda, “kendi ölçümüze” ihanet ettiğimizi de bilmeliyiz.
Bir tek olayın” ölçüleri bozan şartlarına bakarak “genel ölçüler” koyarsak, tam anlamıyla bir karmaşa, ölçüsüzlük ve hukuksuzluk yaratırız.
Halbuki bütün amacımız bu ülkenin zaten yaşadığı bu karmaşadan kurtulması.
Tabii, Yıldıray, “neden Eruygur’un eşinin ortak dinlemesiyle elde edilen konuşmasını yayınladık” diye de sordu.
Bu da haklı bir soru.
Tek mazeretimiz, “yayınlanmış olan ve zaten internette yayılan bir konuşmayı kullandık” oldu.
Ama belki de kullanmamalıydık.
O konuşma hiç kimse tarafından kullanılmadan sadece bize gelseydi sanırım bu konuda çok kıvranır ve çok düşünürdük.
Ben, hukuktan ve “ölçüden” yanayım.
Bu toplumun kurtuluşunu burada görüyorum çünkü.
Militan bir demokrat olmaktansa, sade, çıplak bir demokrat olmayı tercih ederim.
Unutmayın ki militanı bol, demokratı az bir toplumda asıl ihtiyaç duyduğumuz militanlık değil, demokratlıktır.

14 Şubat 2009 Cumartesi

14 SUBAT

Yıllardır böyle...
14 Şubat yaklaştıkça içimde bir bıkkınlık ve gıcıklık duygusu oluşuyor. Neden peki? Doğrusu Sevgililer Günü'nün kendisi mi, yoksa Sevgililer Günü üzerine kopartılan bu saldırgan şamata mı beni rahatsız ediyor, artık pek emin değilim.Bazıları "yılın her günü sevgililer için bayram, bir gün de neymiş" diye bu kutlama ortamına karşı çıktığımı düşünüyor.Hayır! Olur mu hiç! Sevgililik dediğiniz ne şurup şerbet, ne şölen şenlik! Sevgililik ne sıradan flört, ne alışkanlığın pençesinde kavrulup gitmiş beraberlik! Sevgililik ayrı bir dünya, ayrı bir zaman anlayışı! 365 günü görmez ki gözü aşkın, bir günün hesabını yapsın! O hep kendi " an "larının peşindedir.
14 Şubat'larda benim anlayamadığım şey başka! Bir kere öteden beri sevgililik denen bu çok özel şeyin kamusal bir kutlamaysa malzeme olmasına akıl erdiremem." Geldi 14 Şubat, neşeyle dolduk; hediyemizi aldık, restoranları doldurduk " atmosferini ve bunun toplumca paylaşılmasını anlamam.Sevgili olmanın müsamereye dönüştürülmesini kabullenemem.Fakat artık bütün buralardan geçtim. Hem zaten belki de abartıyor, yanılıyorumdur.Kaldı ki, 14 Şubat'larda çiftlerin sevgiliymiş havasına girmesinde ve bu sayede " sevindirik " olunmasında bir hikmet, bir ibret olduğunu düşünmeye başladım.Kimbilir kaç kişi tam o gün, o sırada gerçek sevgililiğin sihrini ve değerini kavrıyordur..Ki, bu dahi az buz şey değil.
Ama... Lahmacuna kalp biçimi verdiren, oyuncak köpeğin sırtının üzerine kocaman bir kalp
yerleştirten, ağzını silmek için kırmızı kâğıttan peçeteler, yastığın tam ortasına pembe bir kalp konduran çarşaf yastık nevresim takımları, uçuşan öpücüklerle süslü kahve fincanları üreten sistem...Pek ünlü bir fırının yılın bütün günlerinde sattığı o güzel kurabiyeleri, çatal çöreği, muffinleri birden bire " Romeo Jülyet tatları " diye sunmasına neden olan sistem hani... Sinekten yağ, sevgililikten kazanç, en güzel aşk şiirlerinden reklam sloganı çıkartan sistem var ya... Bu kadar üzerine üzerine gidince aşkın meşkin...Aslında sönüp, pörsüyüp çürüdüğü gerçeği umurunda mı? İşte bu beni bitiriyor!
***
Aşkla öpersen... Etrafta aşk, sevgi sözcükleri bu kadar uçuşuyorsa... Bu kadar kızıp bozulurken bile sık sık lafı 14 Şubat'a getiriyorsam mesela... Cemal Süreya'nın güzel mi güzel, hem coşkulu hem kırgın şiiri " Aşk "tan şu dizeleri hatırlamanın tam zamanıdır. "Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu / İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük." Başka türlü severim bu dizeleri. Çünkü gündelik hayatın bütün sevme ve ilişki kurma biçimleriyle aşk arasındaki derin farkı hiç çaktırmadan ortaya koyar. Aşk, popüler kültürün bütün yanıltmalarına karşın " tatmin olma " modeli üzerine kurulu bir arayış ve duygulanım değildir. (Bkz. Adam Phillips, Darian Leader, Joel Kovel, vd.) Aşk, tatminsizliğinden geçinir. Severek öpersen "hah" dersin, oldu! Seversin öpmeni ve öptüğünü, doyarsın. Oysa aşkla öpersen... Güzeldir fakat hep eksik kalır.


HAŞMET BABAOĞLU - SABAH

13 Şubat 2009 Cuma

BEKİR COŞKUN'A GÖNDERME

Başbakan Erdoğan, AK Parti'ye oy verenleri göbeğini kaşıyan adamlar olarak tanımlayan gazeteci Bekir Coşkun'u milleti anlamamakla suçlarken çok sert bir ifade kullandı
Başbakan Erdoğan Sivas'ta partililere sesleniyor. Erdoğan, AK Parti'ye oy verenleri göbeğini kaşıyan adamlar olarak tanımlayan Hürriyet gazetesi yazarı Bekir Coşkun'u milleti anlamamakla suçlarken çok sert bir ifade kullandı.
Erdoğan'ın açıklamaları şöyleydi:
"Bunlar monşer eskisi. Bunlar milleti anlamakta zorluk çekiyor. Bu millete tepeden bakarak siyaset yapılmaz. Bunların yandaş medyaları da var. Siz onların kim olduğunu iyi biliyorsunuz.
Benim milletime göbeğini kaşıyan adamlar diyor. İşte bunların bu millete bakışı. Bunların milletle işi yok. Bunların sevgili köpekleri var onlarla yatar onlarla kalkar. Benim milletime kimse bu yakıştırmaları yapamaz. Kimse milleti alay konusu yapamaz.
Daha bitmedi. Daha yapacağımız çok şey var.
Bizim dönemimizde çeteler ve mafyalar yokluğa mahkum oldu. Onlar önce batırdıkları bankaların hesabını versinler. Milletin sırtına vurdukları faturaların hesabını versinler. Bizim dönemimizde bir tane banka fona devredilmedi."

10 Şubat 2009 Salı

Bu CHP'ye oy vermek Cumhuriyet'e ihanettir!..

Yerel seçimler iyice iğrençleşti.. İnsanın içinde sandığa gitme hevesi, inancı kalmadı..
Bir yanda iktidar, oyu resmen satın alıyor, sosyal devlet adına.. İşe beş yüz kilo kömür, iki paket bulgurla başladılar. Bu sadaka gecekondunun işsiz ve aşsız halkını keser.. O halk hiç düşünmez ki, iki kilo bulgura oy verdiği sürece kimse o oy deposunu kaybetmek istemez ve onun o iki kilo bulgura muhtaç kalması için elinden geleni yapar..
Ama ortada Tunceli gibi bu ülkenin en gelişmiş ilinin halkı olunca, Meclis'te tek başına ana ve yavru muhalefetten fazla başlarına bela olan Kamer Genç'ten kurtulmak için trilyonca liralık buzdolabı, çamaşır makinesi, mobilya ve halı dağıtmak gerekir. Hem de valinin, devletin valisinin eliyle ve biz Türk halkının ödediği vergilerle hovardalık. Ne valinin cebinden çıkıyor, ne de AKP'nin.. Benim paramla oy satın alma..
Zamanında bir Uşak Valisi vardı, İnönü'yü taşlatan.. Cumhuriyet il tarihine en karar adam olarak geçti. Şimdi bir Uşak Valisi daha..
Ama Tunceli halkı uyanık. Kamer Genç'i seçmezlerse kıyak biter, gerek kalmaz. Ama iki seçim daha Genç'e oy verirlerse gelecek seçimde ev dağıtılır, öbür seçimde evin önüne araba konur..
Bu iktidar..
Muhalefet, ana muhalefet çok daha ayıplı, çok daha utanç verici..
Bir parti, kurucusu Atatürk'e ve onun ilkelerine ancak bu kadar ihanet eder..
Yahu Deniz Hocam.. Sen herkesi kör, alemi sersem mi sanırsın..Çarşaf açılımının ardından gelen "Her mahalleye Kuran Kursu" karşı devrimi bir seçim hilesi değil de nedir?.. Kime yutturuyorsun?.. "Kanunların özü.. Kanunların ruhu" nun önemini Mektebi Mülkiye'nin birinci sınıfında bana sen öğretmedin mi?.Peki kara çarşaf açılımının, Atatürk'ün "Efendiler buna şapka derler" diye başlattığı kıyafet devriminin hem de tam özüne tükürmek olduğunu bilmez misin sen?.Vatandaş giyimini seçmekte özgürdür. Tamam.. İnançlara saygı, hepten tamam.. Ama saygı başka, teşvik başka şey..Karısı sıkma başlı diye Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı seçilmesini önlemek için anayasayı, iç tüzüğü zorlayan, MHP ihaneti olmasa nerdeyse başaracak olan sen değil misin?. Karısı sıkma başlı Köşk'e çıkmaz, ama CHP üyesi yaptığın ve önünü açtığın kara çarşaflı yarın çıkabilir. Yaptığının bu anlama geldiğinin farkında olmayacak kadar düşünce yeteneğini mi yitirdin Hocam.. Yoksa oy hırsı seni sonunda bu aciz hallere mi düşürdü?.."Her mahalleye Kuran Kursu"nun ucunun ne kadar açık olduğunu, memleketi nerelere götürebileceğini görmekten, düşünmekten de mi acizsin hocam, yoksa oy hırsı gözlerini kör mü etti?..Bu ülkede en büyük Atatürk, en büyük Cumhuriyet devrimi "Tevhid-i Tedrisat" yani öğrenim birliğidir. Bu ülkede sadece laik eğitim yapılır.Peki yüzde 99'u Müslüman olan ülkede insanlar çocuklarına din ve Kuran eğitimini nasıl verecekler?..Devlet eli ve kontrolü altındaki, yasal ve denetlenir kurslarla..Şimdi sen CHP olarak her mahalleye bir Kuran Kursu açma hareketi başlatırsan, elin eli armut mu topluyor.. Her parti, DTP'sine kadar ayni şeyi yapmaz mı?. Bu kurslarda Kuran diye kendi siyasal zehrini minnacık beyinlere şırınga etmez, onların beyinlerini tam gelişme çağında yıkamaz mı?.Yarın AKP'den daha da radikal dinci bir parti bu kursları açmağa ve yaymağa başlarsa peki?..Denetlersin.. Halt.. Her mahallede açılmış kursları denetlemek için Birinci Ordu'yu tümden müfettiş yapsan yetmez.. Sonucunu bile bile bunu yapıyor, CHP tarihinde dini siyasete alet eden ilk başkan olarak tarihe geçiyorsun hocam.. Çok ama çok sert eleştirdiğim Recep Tayyip Erdoğan senin yanında zemzemle yıkanmış. O hiç değilse inandığını yapıyor..Sen alenen resmen dini siyasete alet ediyorsun.İşte bu sebeple hocam, işte bu sebeple, bas bas bağırıyorum ki, "Bu CHP'ye oy vermek, Cumhuriyet'e ihanettir!.."
Not.. Yakında Ortaköy'e cumaya da gelirsin, orda görüşürüz Hocam!..

9 Şubat 2009 Pazartesi

Bunu yazan Tosun, Kılıçdaroğlu okusun!

Bunu yazan Tosun, Kılıçdaroğlu okusun!
Kim derdi ki "Tosun edebiyatı"mız yıllar sonra yeniden gündeme gelecek, yeni malzemelerle güçlenecek. Bize bu konuyu hatırlatma fırsatı veren sayın Kılıçdaroğlu'na teşekkür ediyor ve "bunu yazan Tosun, Kılıçdaroğlu'na cevap olsun, yazılanları iyice okusun" diyor, sizleri "Tosun edebiyatı"nın tarihçesi ve incelikleriyle baş başa bırakıyoruz.
Orta yaş ve üzerindeki Türk erkekleri çok iyi bilirler. Eskiden umumi tuvaletlerde insanın yüzünü kızartan müstehcen yazılar olurdu. Ama bunların en masumu ve en meşhuru "bunu yazan Tosun, okuyana selam olsun" (Tabii, 'selam olsun' yerine daha kafiyeli bir fiil vardı) şeklinde kafiyeli ve veciz olanıydı. Bu yüzden tuvalet edebiyatına "Tosun edebiyatı" denirdi.Hatta 1980'li yıllarda Almanya'nın Berlin şehrinde tuvalete gidenlerin "Tosun, Almanya'da da emrinize amade…" yazısını görüp memleket hasretini giderdikleri ve uzun uzun güldükleri fıkra gibi anlatılırdı.Kim bu Tosun?İşte çoktandır sesi-soluğu çıkmayan ve kitleleri esprili yazılarından mahrum bırakan bu bizim "Tosun", CHP'nin İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkan Adayı Kemal Kılıçdaroğlu sayesinde yeniden gündeme geldi. Kılıçdaroğlu "kim bu Tosun?" başlığıyla özetlenebilecek şu soruyu Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a yöneltti;"Anlaşılan Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş devreden çıkarıldı, rakibimiz Başbakan Erdoğan haline getirilmek isteniyor. O halde bıraksın Başbakanlığı gelsin karşımıza yarışsın. Ama gelirken, bir hafta önce sorduğumuz sorunun yanıtını da versin. Sayın Başbakana bir soru yönelttik. Çok basit bir soruydu bu. Bir isim verdik. (Kim bu Tosun?) dedik. O günden bu yana tek bir ses çıkmadı. Evet, Başbakan bu Tosun'un kim olduğunu söylesin, ithal olup olmadığımızı kendisine anlatalım."Tosun edebiyatımız yeniden gündemdeNitekim Başbakan bu konuda "tanımadığı" şeklinde bir cevap verdi. Gizemli "Tosun" da yazılı bir açıklama yaparak sır perdesini kaldırdı. Bakalım Kılıçdaroğlu şimdi hangi "tosun"ların peşine düşecek? Hangi tosunlar da ona "bunu yazan Tosun, Kılıçdaroğlu'na cevap olsun, iyice okusun" şeklinde yazılı cevap verecek? Kim derdi ki "tosun edebiyatı"mız yıllar sonra yeniden gündeme gelecek, yeni malzemelerle güçlenecek. Bize bu konuyu hatırlatma fırsatı veren sayın Kılıçdaroğlu'na teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Rıfat Yörük/Habervaktim.com

8 Şubat 2009 Pazar

KUR'AN KURSU DEGİL KAHVE YADA LOKAL

Başkan "lokal"e çevirdi, Baykal hala "Kur'an kursu" diyor
Sefa Sirmen, parti içinde tepki çeken Kur'an kursu açılımından geri adım atarak kastının lokal olduğunu söyledi ancak Baykal hala Kur'an kursu açılımını önemsediklerini söylüyor.
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Kur'an kursu konusunu çok önemsediklerini, bunun yerel seçim öncesi gündeme gelmiş olmasının ise sadece bir talihsizlik olduğunu dile getirdi. Baykal, ''Lailklikte de din öğrenme özgürlüğü vardır'' diye konuştu. Bir televizyon programına katılan CHP Genel Başkanı Baykal, partisinin son günlerdeki açılımları hakkındaki eleştirileri cevaplandırdı. Baykal, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın çarşaf konusunda kendilerine ilk başta verdiği desteği çektiğini söyleyerek, ''Başbakan örtülülere rozet takılması konusunda zik zak içindedir. Başlangıçta bana verdiği destekten şimdi pişman olmaya başlamıştır, önceki sözlerini terk etmiş, CHP'yi suçlama gayreti içine girmiştir. Bu tutarsızlıktır, önce bu tutarsızlığa dikkati çekmek istiyorum" dedi. Baykal bu konuda şunları dile getirdi: ''Ben çarşafla ilgili Başbakan'ın söylemine dikkati çekmeye çalıştım. Burada bir kırılmanın var olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Başbakan çarşaf konusunda çok iyi diyordu, şimdi çok iyi diyemiyor. Şikayetçi olmaya başlamıştır. Eskiden aman dik dur, devam et diyordu. Şimdi onu söyleyemiyor. Bunun altını çiziyorum. Bunun anlamını herkesin değerlendirmesini istiyorum." Çarşaf açılımının Türkiye'nin yararına olduğunu kaydeden Baykal, ''Bizim o yaklaşımımız, Türkiye'de toplumun, insanların siyasi inancıyla kılık kıyafeti arasında bir beraberlik kurma anlayışının aşılması bakımından çok yararlı olmuştur. İnsanları kılık kıyafetleriyle siyasi tercihlerinin farklı olabileceği yaklaşımı toplumda kabul görmüştür. Bu büyük bir ferahlık getirmiştir. Ve Türkiye'nin kaynaşmasına, bütünleşmesine, insanların kılık kıyafetleriyle tasnif edilmesine, etiketlenmesine, dışlanmasına karşı bir tavır olarak ortaya çıkmıştır" diye konuştu. Rozet taktığı çarşaflıların istifasını adaylık tartışmalarına bağlayan Baykal, ''Bazı çarşaflıların istifa etme kararını almış olması adaylık tartışmasıyla ilgili bir görüntüdür. CHP'ye katılmış olan binlerce insan kılık kıyafetleri ne olursa olsun CHP'ye destek vermeye, parti içinde çalışmaya devam ediyorlar. Bu ezberini bozmuştur Türkiye siyasetinin" şeklinde konuştu. Baykal, yaptıkları açılım ile ''Çarşaflılar Atatürk düşmanıdır, laiklik düşmanıdır, cumhuriyet düşmanıdır ve onlar hiçbir şekilde CHP'ye oy veremezler. Bu anlayış ortadan kalkmıştır ve bu çok büyük bir hizmet olmuştur" şeklindeki anlayışları değiştirdiklerini savundu. Baykal, ''Kur'an eğitimi konusuna gelince, bu bizim çok önemli, çok temel bir konumuzdur. Bu konuda maalesef Türkiye çok büyük ölçüde kendisini aldatmaktadır. Gerçekleri görmemezlikten gelmektedir ve bu konuyu konuşmamayı, incelememeyi, irdelememeyi tercih etmektedir. Keşke bu konuyu biz bir yerel seçim öncesinde değil de daha sağlıklı bir ortamda ele alıp konuşabilseydik. Bu konunun bir yerel seçim öncesinde gündeme gelmiş olması bir talihsizliktir. Bunun altını bende çiziyorum. Keşke bu ortamda olmasaydı. Ama bu süreç kendiliğinden gelişti.'' dedi. Baykal Kur'an kursu açılımı hakkındaki düşüncelerini şöyle dile getirdi: ''Sefa Sirmen projelerini anlatırken bundan da bahsetti. Halkevleri benzeri mahallelerde bir semt evi projesi var. O proje çerçevesi içinde bunu da yapacağını ifade etti. Ve bana ne düşündüğüm soruldu. Bu bizim hakkında ciddi zihin yorduğumuz ve kendimizi önemli ölçüde hazırladığımız, elimize imkan geçerse, iktidar geçerse ciddi şekilde kullanmayı kararlaştırmış olduğumuz bir konu, hazır olduğumuz bir konu. Bunu konuşmaktan hoşlanmıyoruz. Ama bu konuyu biliyoruz. Türkiye'nin böyle bir derdi var. O derdi çözmek için de projemiz var. Bu konu önümüze gelince ben bunun önemli bir proje olduğunu söyledim. Türkiye kendisini aldatıyor demiştim. Türkiye'de bir gerçek var. Bir de olması gereken var. Gerçek nedir? Bugün Türkiye'de Diyanet İşleri'nin resmi verilerine göre 6.770 Kur'an kursu var Bu kursların il ve ilçelerde olanları 4073, beldelerde olanı 1306, köylerde olanı 1391'dir. Toplam 6770. Bu 6770 kuran kursunun 590'i belediyelere ait binalarda çalışmaktadır. Düşünün Türkiye'de 40 bin köy var...Hepimiz çok iyi biliyoruz ki, Diyanet İşlerinin bilgisi, denetimi dışında kimin niçin ne ürettiğinden kimsenin haberdar olmadığı kurslar Türkiye'nin her yerinde çalışmaktadır. İşte bu çok ciddi bir tablodur. Ve üzerinde düşünülmesi ve çözülmesi gereken konudur. Laiklik bunu görmemezlikten gelelim, önemli değil, bırakın ne hali varsa görsün demek değildir. bu sorunu çözmek için gereken sorumluluğu üstlenmek, girişimi yapmaktır." Konuşmasında din özgürlüğüne dikkat çeken Baykal, ''Laiklikte herkesin dinini öğrenme hakkı vardır. Dünyanın bütün insan hakları bildirgelerinin başında herkesin din özgürlüğü, inanç özgürlüğü, dinini öğrenme ve öğretme özgürlüğü yer alır. Laiklikle din öğrenme ve öğretme özgürlüğü arasında nasıl bir çelişki olabilir?" dedi.

7 Şubat 2009 Cumartesi

BAYKAL YAKINDA NAMAZ KILDIRACAK

"Baykal namaz kıldırırsa şaşırmayın"
Deniz Baykal ve ekibinin seçim çerçeveli dinî açılımlarının eğretiliği, siyasi mizah konusu oluyor. Son espri ise DP Lideri Soylu'dan: Baykal, yakında namaz kıldırmaya başlarsa sakın şaşırmayın!
Demokrat Parti (DP) Genel Başkanı Süleyman Soylu, CHP Lideri Deniz Baykal'ın her mahalleye Kur'an kursu projesiyle ilgili olarak, "Deniz Baykal, yakında imam sarığı ve cübbesi giyip de en ön safa geçip namaz kıldırmaya başlarsa sakın şaşırmayın" dedi. Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılan Merinos Parkı ile Merinos Fabrikası'ndaki kültürel mekanların açılışında konuşan Soylu, Büyükşehir Belediye Başkanı Hikmet Şahin'e sahip çıkılmasını istedi. Ezan okunması nedeniyle konuşmasına ara veren Soylu, bir partilinin 'Deniz Baykal namaz kıldırmaya başlayacakmış' demesi üzerine, "Ezan okunuyor ama size bir şey söyleyeyim bu arada. Sayın Deniz Baykal, yakında imam sarığı ve cübbesi giyip de en ön safa geçip namaz kıldırmaya başlarsa sakın şaşırmayın" diye konuştu. Ezanın ardından konuşmasına İstiklal Marşı'nın son kıtalarını okuyarak başlayan Soylu, şunları söyledi: "Bu ezanları bugün bu semalarda duymamızın yegane sebebi vardır. O da rahmetli Menderes'tir. Bir gün bunun üzerinden siyaset yapmadık. Çünkü milletin değerleri ve kutsallarıyla yaşamasını, bir ülkeyi yönetenlerin en önemli görevlerinden birisi olduğunu, bunun üstünlük olmadığını, bunun olması lazım geldiğini ortaya koyduk. Ama Türk siyaseti öyle bir keşmekeşin içerisine girdi ki kimse milletimizin haline kulak vermiyor. Birisi buzdolabı dağıtıyor, öbürüsü çamışır makinesi dağıtıyor, ötekisi de her mahalleye Kur'an kursu açacak. Günaydın derler adama. Demokrat Parti olmasaydı, ülkede bu özgürlüklerin hiçbirisi olmayacaktı. Artık bırakın çekişmeyi, kavgayı da insanların sorunlarıyla uğraşın." Soylu, daha sonra Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Hikmet Şahin'le birlikte Merinos Parkı ile kültürel mekanların açılışını yaptı.

5 Şubat 2009 Perşembe

Geçmiş olsun sevgili megaloman



Hınçal ULUÇ'un nekahat döneminden sonra ilk yazısına http://polemikler.blogspot.com/2009/02/cktm-dostlar-cktm-meydan-bos-bulanlar.html Engin Ardıç'tan çok ağır bir cevap geldi....

Geçmiş olsun!
sevgili megaloman

Bana attığın çamurlara, yaptığın haksızlıklara kızmak için kendimi çok zorladım, kızamadım... Hem seni gerçekten sevdiğimi anladım, hem de artık hiç önem vermediğimi...
Geçmiş olsun. İncir çekirdeğini doldurmayan yazılarına hoşgeldin. Yalnız gazeten değil, bütün basın ve spor dünyası, sinema, tiyatro, müzik, ayrıca
Türkiye de yönetilmek için seni bekliyordu...
Hiçbir şey söylemeden tam sayfa dolduracak adam bulmak gerçekten de çok zordu, laf aramızda... Süleyman Demirel'e iş teklif edilecek değildi ya!Aslında senin gibi büyük bir adamın hiç hastalanmaması gerekirdi. Bu sana yapılmış büyük bir haksızlıktı. Belki de Tanrı meydanı boş bulmuştu!
Bütün
Türkiye haftalarca senin hastalığınla yattı kalktı... Öyle bil, öyle san... Çünkü sen çok büyük bir adamsın, vazgeçilmezsin, bulunmaz Hint kumaşısın.
Sen o kadar büyük bir adamsın ki, sana en küçük bir eleştiri yönelten herkes ya "şaşkın", ya "küstah", ya "bunalım geçirmekte", ya da "kin, nefret ve öfke kusuyor" ...Eh, sen de onlardan bazılarının "isimlerini köşende anmamakla" onlara en büyük cezayı veriyorsun, mahvoluyorlar, bitiyorlar zavallılar! Neyse bak, çıktın artık, okuduğunu kıçından anlayan bütün müşteriler seni özlemişlerdi... "Anti-militarizm" ile "ordu düşmanlığı" arasındaki farkı anlamamakta direnenler, "Atatürk ticareti" yapanlara kızmakla "Atatürk düşmanlığı" arasındaki farkı anlamamakta direnenler, kahramanlarına kavuştular! Çünkü sen öyle dediysen öyledir. Gerçek ile senin dediğin arasında çelişki varsa, senin dediğin geçerlidir. "Cumhuriyete saldırmak için bir Ergenekon efsanesi yaratan" şaşkın (!) savcılar ve yargıçlar da korksunlar, yalnız gazeteciler değil...
Atatürk çocuğu geldi. Hepsinin canına okuyacak. Cumhuriyetçi olan ama demokrat olmayan, bununla da övünen büyük adam geri geldi... He is back in town! İyi ki iyileştin, iyi ki döndün... Bu kez gerçekten "gitseydin", ikide bir giderim haa deyip de gidemeyen kimi bulacaktık da gülecektik kendi aramızda? Kendini fikir adamı diye yutturan hangi magazinciyle eğlenecektik? Bize kim fıkra anlatacaktı? Büyük geçmiş olsun, gerçekten. Tadı yok sensiz geçen ne baharın ne yazın...
Hoşgeldin. Avanta geziler, beleş yemekler, yeni çıkan şarkılar, piyasaya yeni düşen paçozlar, el süremediğin ama sürermiş gibi yaptığın bütün kadınlar da yolunu gözlediler... Sevinmişlerdir.
Ben de sevindim. Çünkü hem seni gerçekten sevdiğimi anladım, hem de artık hiç kızamadığımı... Gülünçlük alanında sen mi önde gidiyorsun yoksa "sizin cenahtan" Yalçın Küçük mü, bilemedim.
Fakat şaşkın, küstah, bunalımlı, vatan haini bu kardeşin seni çok çok öpüyor. Tenezzül buyurup lütfen kabul edersen tabii.
Etmezsen de canın sağolsun, başkasını buluruz. Memlekette çeşit çok.


Ergin ARDIÇ

Çıktım Dostlar!.. Çıktım meydanı boş bulanlar!..

Bakalım Hıncal Uluç'un ameliyattan sonra yazdığı bu yazıyı kimler üstüne alınıp, cevap verecek?
Çıktım Dostlar!..
Çıktım meydanı boş bulanlar!..


Sevgili okurlarım...
Seven, sevmeyen ama her gün okuyarak beni ben yapanlar.. Çıktım..
Atatürk Cumhuriyeti'nin insanları.. Gerçek Atatürkçüler, sapına kadar cumhuriyetçiler çıktım..
Dostlar, arkadaşlar, sevgililer çıktım..
Meydanı boş bulup arkamdan sallayanlar çıktım.Azılı Atatürk Düşmanları.. Atatürk'e sövmek için fırsat kollayanlar.. Atatürk Filmi çekimi haberini diline dolayıp utanmadan, sıkılmadan "Bu yaşamdan film mi çıkar" diyecek kadar gözü dönenler.. En azılı Türk ve Atatürk Düşmanı, İngiliz Başbakanı Lloyd George'a hem de İngiliz parlamentosunda "Dünyada her 100 yılda bir deha yetişiyor ve o beklenen deha birden bire
Türkiye'de beliriverdi hem de bize karşı. Tüm dünyaya karşı" dedirten Atatürk'ün muhteşem yaşamından, Çanakkale'den, Kurtuluş Savaşı'ndan, İslam âleminin ilk ve tek modern cumhuriyetini kuran adamın hayatından bir değil bin film çıkacağını bile bile bunu yazabilenler..
Atatürk filminin Türk'ün Türk'e reklamı olacağını söyleyip dünyada seyirci bulamayacağını iddia ederken, öyle bile olsa, böylesi Atatürk düşmanlarının suratına tokat olacağının farkında olmayanlar.. Atatürk filmi çekmeyi 31 çekmeye benzetecek kadar şaşkın ve küstahlar.. Çıktım..
Kemal Türkler'in katillerinden biri hakkında verilen karar tam 29 yıl sonra geçen hafta içinde bozuldu..
Türkiye'de yargının böyle işlediğini bildikleri için bir Ergenekon efsanesi yaratarak, Ordu ve Cumhuriyet'e saldırmak, kafalarındaki o sapık ikinci Cumhuriyet'le aralarında duran her kişi ve kurumu, yıllar sürecek bir yargılama boyu zan ve baskı altında tutmak, her muhalifi, her konuşanı izlemek, basmak ve göz altına almak eylemleriyle bir korku imparatorluğu yaratmak isteyenler çıktım.. Ergenekon'u sürdürmek için, önüne geleni, hatta kendi meslektaşlarını bile ihbar eden, muhbir köşeciler çıktım!..
Bu Ordu bu gücü ve saygınlığı ile böyle durdukça, Modern Atatürk Cumhuriyeti'nden sapmanın mümkün olmadığını bildikleri için orduyu hedef tahtasına koyanlar, tek mahkumiyeti olmayan, hem de altında Başbakan diye Recep Tayyip, Dışişleri Bakanı diye Abdullah Gül Beylerin ve tüm AKP hükümetinin öneri ve kararı ile Devlet Üstün Hizmet Madalyası alan bir kahraman Albay'a, bir PKK uşağının yalan yanlış laflarını baş tacı yaparak alçakça saldıranlar.. Bu saldırılar karşısında intihar yolunu seçen bir onurlu adama, bir terör gazisine ölümünden sonra bile söverek, asıl hedeflerinin Ordu olduğunu kanıtlayanlar, çıktım.. Çıktım Sevgili Dostlarım.. Çok ama çok ağır bir ameliyat geçirmiş olmama rağmen, tıptaki akıllara seza gelişmeler ve harika doktorlarım, olağandışı bir hastane sayesinde ki anlatacağım sizlere, bir hafta içinde çıktım..Dostlar mutlu olun, çıktım.. Düşmanlar sıkı durun, çıktım..Çıktım şükürler olsun!..

Hıncal ULUÇ

3 Şubat 2009 Salı

ERDOĞAN'A RADİKAL MANŞET

Erdoğan'ın Davos'taki çıkışı gazetelerin manşetine oturdu.
İçlerinden birisi vardı ki manşeti ve bugünkü yazısıyla çok farklıydı.
Yeniçağ, dün “Helal Olsun” manşetiyle çıktı. Gazetenin Erdoğan'a desteği bugün de devam etti. 1. sayfadan "Helal olsun!" başlığıyla verilen mektupta Başbakan Erdoğan'a övgüler yağdı.
Gazete milliyetçi söylemleri ve fikirleriyle AK Parti'nin tam karşısında yer alıyor. Hükümete ve Erdoğan'a yönelik en sert manşetleri atmaktan çekinmiyor.
İşte bu gazete iki gündür çok farklı bir tablo çiziyor. Davos'ta yaşananlar her şeyi bir kenara itti. Yeniçağ, Peres'e karşı Erdoğan'ın gösterdiği tavrı ayakta alkışladı.
Gazete neden böyle bir başlık attığının gerekçelerini bugün okurlarına duyurdu:
"Çünkü; Peres’in karşısında AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan değil, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Başbakanı oturuyordu.
Peres’in sallanan o parmağının hedefi Başbakan nezdinde Türk milletiydi.
Manşetimize yansıyan tavrımız, Yeniçağ’ın yayın hayatına başladığı ilk günden beri hassasiyetle koruduğu milliyetçi duruşunun, tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek dil ülküsünün gereğidir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti müstemleke değildir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti “kabile” veya “çadır” devleti de değildir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, “hasta adam” hiç değildir...
Dünyaya Türkçe bakan Yeniçağ, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin menfatlerinin korunmasında kişi ve kurum gözetmeksizin meseleyi sahiplenir, tavrını net bir şekilde ortaya koyar.
Yeniçağ’ı güçlü, güvenilir ve bağımsız kılan da bu duruşudur.
Saygılarımızla."
Yeniçağ

2 Şubat 2009 Pazartesi

Başbakan'ın planlı öfkesi

Başbakan'ın planlı öfkesi
Davos'taki ekonomi tartışmaları hakkında uzun yazımı yazdıktan sonra gece iki yayın yönetmeni arkadaşımla yemeğe çıktım. Tabii bir süre sonra onlarla muhabbet mümkün olmadı. Çünkü Davos'tan Başbakan'ın tartışmasıyla ilgili haberler akmaya başladı.
Onlar başlık düşünmeye başladılar. Bu sefer ben de kendimi tutamadım. (Eski alışkanlıklar kolay ölmüyor.) Sanki çok üzerime vazifeymiş gibi ben de birinci sayfa düşünmeye başladım
Tam o gün Davos hakkında özel bir yazı yazmış olduğum için bir ara 'Patlak veren olayla ilgili bir yazı da eklesem mi ki?' diye de düşündüm.
Ama sonra benim yazımın güncel olanlarla hiçbir alakası bulunmadığını, o yazıda amacımın geleceğe yönelik model çalışmalarını irdelemek olduğunu hatırlayıp yazıya ek yapma fikrinden vazgeçtim.
'Sıcak haberin üzerine bir yatayım, biraz düşüneyim, yarın (bugün) yazarım bunun hakkında' dedim.
Şimdi bakıyorum da; meselenin diplomatik skandal boyutunu ortaya çıkaran birçok yazı yazılmış. Başbakan'ı yine sinirlerine hakim olamamakla itham edenler de var.
Ben bu yorumlara katiyen katılmıyorum. Tersine, Başbakan tartışmanın en gergin anında bile
bence son derece kontrollü ve sakindi.
Bu önceden planlanmış öfke patlamasıydı.
Başbakan'ı o bana hiç sıcaklık göstermemiş olduğu halde iyi tanıdığımı sanıyorum.
O, şaşkınlıkla karşılanacağını bildiği bir hareketi önceden tüm boyutlarıyla düşünmeden, detaylı planlamadan katiyen yapmaz.
Evet; Davos toplantıları bir 'Centilmenler Kulübü' toplantısı havasında geçer ve katılanlar bu tür davranışlara alışık değillerdir.
Ama şundan emin olun, Davos'taki tüm katılımcılar Başbakan'ın davranışını şu anda hayranlıkla değerlendiriyorlardır. Çünkü Başbakan planlanmış öfkesiyle birkaç siyasi hedefe gitti. Bunlar:
1- İç siyasette kendi seçmen kitlesine İsrail'e gerektiğinde sert çıkabilen lider konumunu gösterdi ve prim yaptı.
2- Arap dünyası, İsrail konusunda kafa karışıklığı yaşıyor. İsrail'e düşman olmadığı halde Türkiye'nin Başbakanı, Araplar'ın söyleyemediği her şeyi İsrail liderinin yüzüne dünyanın gözü önünde söyleyebildi ve Arap dünyasına yön veren lider konumunu elde etti.
3- Gazze olayı nedeniyle sadece Araplar'da değil, dünya ölçeğinde sosyalistlerde, liberallerde, komünistlerde velhasıl her kesimde bir tepki vardı. Başbakan çıkışı ile bu tepkiyi de dile getirmiş oldu. Dünya lideri konumuna taşıdı kendisini.
4- Olaydan sonra İsrail lideri telefon açarak özür diledi. Bu da bu olaydan sonra İsrail-Türkiye ilişkilerinin fazla zarar görmeyeceğini, bilakis belki daha da kuvvetleneceğini gösteriyor. Çünkü İsrail de kendisine karşı birikmiş öfkenin bir şekilde dile getirilip, boşaltılmasını istiyordu. Bu da oldu.
Yani anlayacağınız; bence Başbakan'ın yaptıkları dahiyane bir siyasi manevraydı, kutluyorum naçizane.
Bütün bunları nasıl mı biliyorum; çünkü aynı planlanmış öfke patlamasını gözlerimin önünde yaşadım, izledim.
Onu da anlatarak bitireyim de Başbakan'ın siyasi manevra kabiliyetini görün istiyorum...
Bir keresinde Körfez ülkelerine bir gezideydi. Ben de uçağında, onun peşinde izliyordum. Bir gece Dubai'den kalktık doğruca Danimarka'ya uçtuk. O sıralar Danimarka basını yüzünden dünyada bir karikatür krizi yaşanıyordu. Müslümanlar'da öfke büyüktü. Danimarka'da varoşlar bile patlamak üzereydi ve Danimarka Başbakanı abuk sabuk konuşmalar yapıyordu. Kendisine bir an önce bir ayar verilmesi gerekiyordu.
Uçaktayken, danışmanları, Başbakan'ın neler yapacağını, iyice çalışmakta olduğunu, olabileceklerin her yönünü planladılar.
İndik ve ertesi gün görüşmeyi izlemek için konuta gittik. İçerideki görüşme biraz uzamıştı ve yan odada tuhaf bir hareketlilik oluyordu.
Birden 'Türk gazeteciler çıkışa hazırlansın' anonsu yapıldı. Uçağın hazırlanması talimatı verildi.
Evet; Erdoğan gerekenleri söylemiş ve ülkeyi de terk ediyordu. Apar topar bindik uçağa ve Ankara'ya doğru hareket ettik.
Bu tavır da gerek iç kamuoyunda gerekse dış kamuoyunda Başbakan'a hayli prestij kazandırmıştı.
Bunu yapmasını iyi biliyor Erdoğan. Son yaptığı ise İsrail'e ayar vermekten başka bir şey değil. İsrail bile bunu anlayışla karşıladı. Çünkü onlar gerçekçi. Ama bizim medyadaki bazı yazarlar bunu kabul etmekte zorlanıyor nedense.


Serdar TURGUT akşam

1 Şubat 2009 Pazar

MUMCU'YU BİTİRECEK HABER!

Eski Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı'nın ses kaydı sadece 367 tuzağını değil aynı zamanda eski Anavatan Genel Başkanı Erkan Mumcu'nun çelişkilerini de gözler önüne serdi
Şimdiye kadar "Bana telkin gelmedi." diyen Mumcu, Karadayı'nın "Girmeyin dedim, girmedi" ifadesiyle zor duruma düştü.
Anavatan eski lideri ayrıca "Telefon aldım, o yüzden girmedim demem çok isteniyor. Fakat ne yazık ki almadım." diyerek Karadayı'nın kendisine telefon ettiği yönündeki iddiaları yalanlamıştı. Ancak ses kaydının internete düşmesinin hemen ardından yaptığı yazılı açıklamada Karadayı'dan telefon aldığını itiraf etti. Mumcu, 25 Ekim 2008'de Zaman'a yaptığı açıklamada Karadayı'yla görüşme olayını şöyle anlatmıştı: "Cumhurbaşkanlığı seçiminde DYP ile birlikte hareket etme kararı almıştık. O günlerde İstanbul havalimanında Karadayı ile karşılaştık. Bana, 'Tebrik ederim. Muhalefette CHP'yi yalnız bırakmamak lazım. Sizin de merkez sağ olarak birleşmeniz iyi oldu. Cumhurbaşkanlığı oylamasında da aynı tavrı göstermenizi bekliyoruz' dedi. Ben de 'Efendim bizim tavrımız belli. Oylamaya katılıp katılmamaktan ziyade anayasa değişikliği üzerinde duruyoruz. Bırakalım halk seçsin.' karşılığını verdim. O 'Ama onun da mahzurları var. Halk seçerse sürekli bunların istediği kişiler seçilir' cevabını verdi. Ben de 'Demokrasi böyle bir şey' dedim. O efsaneler buradan üretildi."
Erkan Mumcu, ortaya çıkan ses kaydının ardından yaptığı açıklamada ise farklı şeyler söyledi. Bu kez, havaalanında hal hatır sorma dışında bir şey konuşulmadığını öne sürdü. Aynı açıklamada Karadayı'dan telefon aldığını da kabul etti. Daha önce havaalanındaki görüşmede geçtiğini söylediği diyalogların bu kez telefonda geçtiğini belirtti. Halbuki Ağustos 2007 tarihli Aksiyon Dergisi'ne yaptığı açıklamada 'telefon' söylentilerini yalanlarken, iddialı ifadeler kullanmıştı: "Ben böyle bir görüşme yapmadım. Bana cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmamam yönünde en küçük bir telkin gelmedi. Bütün mukaddesatıma and içerim ki, Allah'ın bir kulu bana bu yönde bir telkinde bulunmamıştır. Tarihin herhangi bir kesitinde benim beyanımı yalanlayacak herhangi bir delil ortaya çıkarsa yalanımın bedelini canımla öderim."
Erkan Mumcu'nun "Karadayı ile hayatımda bir kez karşılaştım." açıklaması ise aradan 24 saat geçmeden bizzat eski Genelkurmay Başkanı tarafından yalanlandı. Milliyet Gazetesi'ne konuşan Karadayı, Mumcu ile Bodrum'da da görüştüklerini açıkladı.
Zaman