30 Kasım 2008 Pazar

NEDEN TÜRBAN DEĞİLDE ÇARŞAF

Çarşafa şimdiye kadar dokunulmadı, bunu kullanarak deforme edilecek,kullanıp atılmış bir kağıt durumuna getirilmek isteniyor.Şimdiye kadar türban için siyasi simge denilerek karşı çıkılıyordu ,çarşafta kullanılarak artık siyasi simge olma yolunda,sanırım burada bilinçli bir ön yoklama yapılmakta ve vu yoklama neticesinde yeni bir kamaoyu dizaynı yapılacak.evet yazarında dediği gibi nedne türban açılımı değilde çarşaf ve neden ülkenin diğer illeri değilde manevi hassasiyeti yüksek olan bir il Erzurum hedef diğer illerden olabilirdi bu başlangıç mesela İzmir,bu polemiğede uyardı da ne dersiniz bu açılımı İzmirden yada Edirneden başlatmaya....... Keyifle okumanız ve ön yargısızca düşünerek
polemikte olsa bu konulara tarafsız kalmak ümidiyle....
Neden türban değil de çarşaf?
Son yıllarda "açılım" kelimesi moda oldu. Mecburen ben de kullanıyorum. Ancak bu tabir hiç hoşuma gitmiyor. Çünkü sinsi bir Ankara siyasetini çağrıştırıyor.
"Ankara siyaseti" derken, halkla birebir ilişki içinde değil de, "bürokratlar arası müzakerelerle" alınan kararları kastediyorum.
Mesela Türkiye'de "yaratılmış" ("uydurulmuş" da denebilir) bir kılık kıyafet sorunu var.
Bu bağlamda, yıllarca türbanlı kadınlara demediğini bırakmayan CHP şimdi bu konuda "açılım" yapıyor.
Bu yaklaşımın "samimi" olduğuna inanmak mümkün mü? Değil elbette.
Belli ki "açılım yapılsın" kararı alınmış, şimdi ucundan kıyısından uygulanıyor.
Beni işkillendiren bir başka nokta da, açılımın "çarşaf üzerinden" yapılması!
Bütün araştırmalar ülkemizdeki kadınların, yüzde 60 ila 70 arasında bir oranla başını örttüğünü gösteriyor.
Süreç içinde bakıldığında, yani geçmişle kıyaslandığında ise örtünenlerin oranında azalma saptanıyor.
Bu konuda dikkat edilmesi gereken bir başka nokta da çarşaftaki hızlı azalma.
Başını örtmeye karar veren kadınlar, "çarşafa girmek" yerine, daha "modern" kabul edilen türbanı tercih ediyor.
İşte bu veriler nedeniyle de CHP'nin açılımını tuhaf buluyorum. Niye örtünen kadınların çok küçük bir kesimine işaret eden "çarşaf" tercih ediliyor?
Olaydaki tuhaflık şuradan da belli: Bu durum sert laikçi kesimde protestolara yol açarken, türbanlı kızlara da CHP ile dalga geçme fırsatı yaratıyor: "Ne yani başörtüsünü çıkarıp çarşaf mı giyelim" diyorlar.
İşte bu yüzden de, çarşaf üzerinden yapılan bir "açılım" bana hiç samimi gelmiyor. http://edebiyatcafe.blogspot.com/
Her an geri adım atılabilecek, "pardon, yanlış anlaşıldık" denebilecek, bir "masa başı politikasını" düşündürüyor.
Bu bakışa şöyle itiraz edilebilir: "Neticede her politika tasarlanmış değil midir?"
Tamam ama genel olarak halkın, özel olarak da parti tabanının taleplerinden hareketle oluşturulan politikalar ile "siyasi mühendislik" amacıyla geliştirilmiş politikalar arasında ayrım yapmak gerekmez mi?
CHP'nin çarşaf açılımı, ikinci türden bir politikanın devreye sokulduğunu akla getiriyor. "Samimi değil" dememin bir nedeni de bu.
SABAH

28 Kasım 2008 Cuma

ANAN BİLİRDİ


Engin Ardıç

Emekli memur gazetesi mal bulmuş, Mağrıbi gibi üstüne atlamış... (Hadi şimdi otur bir de bunlara Mağrib'in neresi olduğunu anlat, oradan "atasözleri vedeyimler" konusuna gir, yazının tadını kaçır...)

Anadolu Ajansı, eski bir Apollo 9 astronotunu Osmanlıca konuşturmuş!

Astronot Schweickart, "dünyayı ansızın dümdüz edecek dev bir göktaşı" demesi gerekirken, "dünyayı fücceten hak ile yeksan edecek" deyimini kullanmış ajans haberinde!

Bu, "anlaşılmaz bir ifade" oluyormuş.

Elifi görse mertek sanan Babıali ayakçıları için öyle herhalde... Ucuza gelsin diye böyle çocukları istihdam edersen olacağı budur... (Şimdi "istihdam ne demek" diye de sorarlar.)

"Vay gericiler vay" demek istiyor gazete, astronotu bile Osmanlıca konuşturuyorlar!...

Tabii, "fücceten" kelimesini hayatlarında hiç duymamışlar. "Hak ile yeksan" diye bir deyim hiç kulaklarına gelmemiş.

Anaları bunlara nece öğretmiş? Hangi mektebe gitmiş ya da gitmemiş bunlar? (Bakınız ben de gericilik ettim, hükümete yağ çekmek için okul değil mektep dedim! Utanmıyorlar, böyle de suçluyorlar bizi.)

Bunların kafasına göre "Allaüekber" demek de gericilik tabii, ilerici olmak istiyorsan "Tanrı uludur" diyeceksin. (İkisinin arasındaki çok ince farkı CHP yöneticilerine bile sormayınız, algılayamazlar.)

Sonra da otururlar, Deniz Baykal'ın "çarşaf açılımını" ciddi ciddi tartışırlar.

Adam olmayacaklarını bildiğim için, sözüm onlara değil, Dilber Hala'nın yaptığı gibi, ortayadır:

Dolmuştan "müsait" bir yerde inen halka bu tür hırtlıklarla ters düşerseniz, Deniz Baykal'ınızı çarşaf da giyse iktidara getiremezsiniz, umreye de gitse...

Her Türk aydını, "makul" düzeyde Osmanlıca bilmek zorundadır.

Bakkal Mehmet Efendi'yi kastetmiyorum, "aydın geçinenlerden" sözediyorum. (Kaldı ki Bakkal Mehmet Efendi, "fücceten" gibi kelimeleri basın zavallılarına öğretecek konumdadır.)

Ancak üniversitedeki "paleografya" uzmanları tarafından çözülebilen "eskiOsmanlıca"yı da kastetmiyorum.

"Oturup eski yazı öğrenin" de demiyorum. Aslında demek isterim ama it kopuk üstüme saldırır...

Şu ölçüyü koyalım diyorum: Her Türk aydını, Atatürk kadar Osmanlıca bilmek zorundadır!

Örneğin kutsal kitabımız (!) olan Nutuk'u okuyup anlayabilecek kadar!

Çünkü Nutuk'un "Öztürkçe çevirisi" olan Söylev'de Atatürk meclis üyelerine, pardon, CHP meclis grubu üyelerine "Efendiler!" değil "Baylar!" şeklinde sesleniyor ve bu da fena halde gülünç oluyor.

Kaldı ki o tarihte ortada Atatürk yok, Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa var.

Hadi hadi utanma, "reisicumhur ne demek" diye de sor...

Ne bozuluyorsun hamşo, "bu ahval ve şerait en namüsait bir mahiyette tezahüredebilir" cümlesi onun ağzından çıktı mı çıkmadı mı?

Peki, "Kamubuyurum Tüz Bölemi'nin kamutay üyesi saylavları" deyince anlayacak mısın? Al sana gerici olmayan Öztürkçe cümle... Pardon, "tümce" canım, tümce...

sabah

27 Kasım 2008 Perşembe

ERGENEKONDA ATATÜRK






Belkide gelmişten geçmişe Türkiyemizin en polemikli konusu tüm soygunların,soysuzlukların,kimlilksiz ve kişiliksizliklerin arkasına bu fotorağ konuarak yapılmakta,bu poleimk olmaktan çıkarılmalı ve kanunlarla yeni bir düzenleme getirilmeli.


Ergenekon'da Atatürk istismarı

Ergenekon terör örgütü davasını akamete uğratmak için çabalayanları yer yer yazıyoruz. Yargılama ilerledikçe panik artıyor. Panik doğal olarak hataları çoğaltıyor.

Başından beri inceden inceye işlenen bir tema bugünlerde tekrar ve sıkça gündeme getirilmeye başlandı. Ergenekoncular, Atatürk'ün arkasına saklanarak kurtulabileceklerini sanıyor. Kaçak binasını yıkımdan kurtarmaya çalışan uyanıklara özeniyorlar.

Sinan Aygün, soruşturma kapsamında gözaltına alınıp tutuklandığında suçunu 'Atatürk'ü sevmek' olarak açıklamıştı. Evinde iki buçuk milyon Euro çıkınca 'Atatürk'ü seviyorsun ama paralarının üstünde onun resmi yok' esprilerine muhatap olmuştu. Ergenekon'da ilk muvazzaf dalga diye bilinen operasyonda tutuklanan Teğmen Mehmet Ali Ç. de "Mustafa Kemal'e bağlı olduğu" için suçlandığını söylemişti. Ergün Poyraz, duruşmada kendini Atatürk'ün yerine koymaya sıkılmıyor. Önceki hafta kaybettiğimiz son gazi Mustafa Şekip Birgöl'ü bile bu istismarın parçası haline getirmek istediler. Milliyet'ten Ercan Akyol, çizdiği karikatürde 'Eskileri uğurladılar, yenileri tutuklattılar' ifadesini kullandı. Marjinal sitelerde 'Mustafa Kemal'in askerleri yargılanıyor' cümleleri gırla gidiyor. Ergenekon'un gönüllü avukatı CHP sözcüleri, '1 numara Atatürk mü?' sorusuna bile cüret edebiliyor. Yargılananları Atatürk'le özdeşleştirerek kurtarmaya çalışma çok ucuz bir numara. Oğuz Aral'ın meşhur tiplemesi Avanak Avni'nin dayak yeme ihtimali belirince İstiklal Marşı okumaya başlamasını hatırlatıyor. Mahkeme önündeki bir terör örgütüyle özdeşleştirmenin, Atatürk'e ve onun mirasına hakaret olduğu gerçeğine aldırmadan devam ediyorlar. Normal şartlarda bu paralelliği kuranlar hakkında Atatürk'ü Koruma Kanunu'na göre işlem bile yapılabilir.

Hal böyleyken bazı marjinal internet siteleri ve ulusalcı mesaj zincirleri 'hem kel, hem fodul' takılmayı tercih ediyor. Ergenekon soruşturmasının sulandırılmasının önündeki en büyük engellerden biri de demokratik medya. Bazıları soruşturmayı sonuçsuz bırakmak uğruna taklalar atarken, demokratik medya, devletin bağırsaklarını temizlemesi için yakalanmış en önemli fırsata sahip çıkıyor. Ergenekon'un gönüllü avukatları bunu da hazmedemiyor ve çamur atmaya kalkıyor. Güya Zaman'da yayınlanan temsili bir çizimde Atatürk Ergenekonculardan biri olarak resmedilmiş! Ergenekon davasının en önemli takipçilerinden olan Zaman'ın böyle bir şeyi yapabilmesi için aptal olması lazım. Ergenekoncular, aklanmak için Atatürk'le özdeşleşmeye can atarken, davayı demokratikleşme adına kaçırılmaması gereken bir fırsat olarak görenlerin hiç yapmayacağı şey budur. Ayrıca mahkemeye giden ilk ressamlardan olduğu için çizimi 20 televizyonda ve birçok gazetede aynen yayınlandı. Bir kısmı, çizimdekinin tutuklu sanık gazeteci Vedat Yenerer olduğunu resmin üstüne yazdılar bile. Bu kadar gazetecinin Atatürk düşmanı veya kör olma ihtimalini izan sahiplerinin anlayışına havale ediyoruz.

Bu arada M.A. isimli bir tabip albay çalıştığı özel kliniğin mail adresini kullanarak sağa sola küfürlü mesajlar gönderiyor. Özel şirketin internet sitesine girdiğinizde karşınızda üniformalı kişi arzı endam ediyor. Genelkurmay böyle bir görevlendirme yaptı mı, yoksa durumdan vazife çıkararak mı Ergenekon'un gönüllü avukatlığına soyunuyor, bilemiyoruz. Albay M.A. ve onun gibilere Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök'ün sözleriyle cevap verelim. "Doğaner Gönen, telefonda Yalçın Bayer'e, "Bunun saçma bir iddia olduğunu, resimdeki kişinin kesinlikle Atatürk'e benzemediğini" anlatmaya çalışıyordu. Tartışmaya ben de müdahil oldum. Gerçekten saçma sapan bir iddiaydı." (Hürriyet, 28 Ekim 2008)

Bülent Korucu zaman

26 Kasım 2008 Çarşamba

ÇARŞAF İSYANI


Evet bu polemik gittikçe büyüyor büyüyecekte,CHP'nin içinde olduğu hiçbir konu yoktur ki toplumda polemiğe dönüşmesin,Tv kanallarımız,yazarlarımız zaten gündem sıkıntısı çekiyor.Yargıtay Savcımızda maalesef malzeme bulamıyormuş o nedenle de yeni bir polemik başaltılmış oldu,hatta şöyle bir beklenti var,AKP'de pikinili mankeleri partiye,vitrine kazandırma kampanyasını ne zaman başlatacak diye bir bekleyiş var bakalım ne zaman,olurmu olur bekleyelimde görelim.

ÇARŞAF İSYANI

ARKA PLAN... CHP üzerinden adeta kıyamet kopuyor. Deniz Baykal’ın çarşaflı kadınlara parti rozeti takması ortalığı birbirine kattı. Başını Prof. Necla Arat’ın çektiği birkaç CHP’li bu çıkışa ateş püskürürken, Nur Serter, Canan Arıtman, Mehmet Sevigen gibi isimler çıkışın arkasında durdu.

Peki böyle bir tavır değişikliğinin arkasında ne yatıyor? CHP muhafazakarlıkla ilişkisini yeniden gözden geçirme kararı mı aldı? Türk siyasetinde taşlar yerinden mi oynuyor? Partiler toplumla ilişkilerini yeniden mi düzenliyor?

Bu soruları ‘çarşaf töreni’ne en sert eleştirileri getiren Prof. Dr. Necla Arat’a sorduk. Geçen cumartesi İstanbul Taksim’deki Kadın Araştırmaları Derneği’nde bir araya geldiğimiz Arat, partisindeki tavır değişikliği konusundaki katı tavrını koruyor. “Çarşaf siyasi bir simgedir, bu simge CHP’nin ideolojisine terstir” diyor ve partinin üst yönetiminden yeterli eleştiri gelmediğini düşünüyor. Arat’a göre CHP çarşafla değil yeni bir program ve tüzükle çıkış yapmaya hazırlanıyordu. Onun yerine Sultanbeyli’deki görüntülerle kıyamet koptu. Ve bu kıyametten taban çok rahatsız.




Başörtüsü kabul itirazım çarşafa

Baykal’ın ‘çarşaf açılımına’ hiç katılmayan Necla Arat: Çarşafın bir siyasal simge olmadığına beni kimse ikna edemez. Gelenekten geliyor deniyor. Çarşaflı oranı yüzde 3. Yüzde 97 geleneğe aldırış etmiyor mu yani? Çarşaf şeriatın simgesi. Bizim başörtülü çok üyemiz var. Buna itirazımız yok. İtirazımız çarşafın simgelediği düşünceye. Cumhuriyetin kadın imajı ile uyumlu değil

  • Kıyamet koptu, dediniz. Öyle mi görüyorsunuz hakikaten? Türkiye’de tartışma ekseninin genişlemesi olarak yorumlanamaz mı CHP’nin çıkışı?

    Kıyamet koptu, tartışma uzadı, bambaşka yerlere geldi... Benim görüşüm yıllardır yazıp çizdiğim doğrultuda. Bunun dışına zaten çıkmazdım. CHP’nin bu girişiminin Türkiye’nin değişim sürecine bir katkısı olacak mı, onu izleyip göreceğiz.

    BAYKAL’A SÜRPRİZ DEĞİLMİŞ

  • Bu, önceden çalışılmış bir hamle miydi? Sayın Baykal’ı kim ikna etti?

    Hiçbir bilgim yok bu konuda. Parti Meclisi toplantımızda böyle bir şey konuşmadık. O yüzden o manzara benim için de bütün diğer milletvekili arkadaşlarım için de gerçek bir sürpriz oldu. Genel Başkanımız için de sürpriz olduğunu düşünüyordum ama demek ki değilmiş.

  • Deniz Baykal’la daha sonra görüştünüz mü?

    Hayır, henüz görüşmedim. Bu hafta Ankara’da olacağım. Görüşürüz herhalde. Görüştükten sonra daha iyi anlayacağım.

  • Baykal’a emrivaki yapılmış olabilir mi?

    O sırada birileri geldi, Sayın Baykal da gelenlere o şekilde davrandı, diye düşünüyorum. Ama işte bunun bir açılım olduğu, bazı değerlerin sorgulanması gerektiği ve yeni yaklaşımların Türkiye için yararlı olduğu türünden açıklamalar yapıldı. Yapıldı da biz siyasi partilerin tüzükleri, programları ve kim ne derse desin bir ideolojileri olması gerektiğini biliyoruz. Değerlerimizden, ilkelerimizden ve CHP’nin yoğun bir şekilde savunduğu devrimlerden ödün vermek pahasına olarak gördüğüm için ben bu olayı yadırgadım.

    KADINLAR GÖSTERİ MALZEMESİ

  • Çarşaflıya rozet takmak niye devrimlerden ödün vermek olsun?

    Bir; laiklikle bağlantılı. İki; kadınların gösteri malzemesi olarak kullanıldıklarını düşünüyorum.

  • Laikle ne ilgisi var bunun?

    Çarşafın bir siyasal simge olmadığına beni kimse ikna edemez. Gelenekten geliyor, deniyor. Bu ülkede çarşafın kullanılma oranı yüzde 3. Gelenekse yüzde 97 geleneğe aldırış etmiyor mu yani? Öte yandan çarşaf İslam dünyasında şeriatın simgesi. Demek istiyorum ki bizim toplantılara katılanlar bir takım köktenci görüşleriyle oraya geldiler. Çarşaf giydikleri için hangi değer ve görüşleri savunduklarını tahmin edebiliyoruz.

  • Söylediğiniz gibiyse bu kadınları kazanmak için önce onları kendi bünyenize alıp, sonra çarşaftan kurtarmaya çalışmak da bir yol değil mi?

    Ben bu kadınlara karşı değilim. Benimle ilgili, ‘Kadınlarla ilgili çalışması yok, tepeden inme’ vs deniyor.
  • 25 Kasım 2008 Salı

    BAYKALA AKIL FİKİR DUASI


    Malatya'nın Darende İlçesi Yenice Belediye'sinin AKP'li başkanının, Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker'in bulunduğu bir yemekte, "Baykal’a akıl fikir ihsan eyle yarabbi" diye yemek duası yapması TBMM Genel Kurul'unda geçenlerde günün polemiği oldu

    Konuyu TBMM’de gündeme getiren, CHP Malatya Milletvekili Ferit Mevlüt Aslanoğlu oldu.

    CHP’li vekil, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bakanının, bu şekilde yemek duası yapan kişiyi kovmamasını eleştirerek, "Allah, bu küçük beyinlere akıl fikir versin" dedi. Eker ise verdiği yanıtta, "Doğru, Baykal için 'Allah akıl fikir versin' diyerek, duayı doğruladı, ama kendisinin ve valinin bunu yadırgadığını ve bunu yapan kişiyi bizzat uyardığını açıkladı.


    Eker, “yemek duası içinde bir siyasi şahsiyetin isminin geçmesi tarafımca da doğru bulunmamıştır. Ama kendisini azarlamak yada kovmak mümkün değildi. Kem söz sahibine aittir” diye konuştu.


    Ancak Eker’in bu açıklamaları CHP grubunun kızgınlığını yatıştırmaya yetmedi. Bu kez CHP Gaziantep Milletvekili Yaşar Ağyüz de Eker’e seslendi: "Allah çiftçimizi sizin gibi bir bakandan korusun..."
    TBMM çatısı altında CHP ile AKP arasındaki tartışmalarda yeni dönemde sıkça Allah’ın da adının anıldığı bir döneme giriliyor...

    BİR ÖĞRETMENİNİN REJİMİ SARSAN NOTU

    Gün geçmesin ki yeni polemikler ortaya çıkmasın.Bir öğretmenimiz kendi fikirleri doğrultusunda not tutmuş ve bir işgüzarda bunları medyaya göndermiş.Ve yepyeni bir polemiğin başlangıcı olmuş,tabiki her zamanki gibi CHP ilk sırada ve avanesi Medyada arkasından durur mu,işte size bir öğretmenin rejimi sarsacak tipik polemikler arasında yerini alacak satırları.....


    DENİZLİ'de Hürriyet İlköğretim Okulu Tarih Öğretmeni Salih Pehlivan'a ait olduğu ileri sürülen yaklaşık 20 sayfalık ders notu, kentte tartışma yarattı.
    Padişahlık rejiminin ‘gerçek cumhuriyet rejimi’ olduğunu ve diğer tüm sistemlerden adaletli bir nitelik taşıdığını iddia eden öğretmen hakkında Denizli Valiliği soruşturma açtı.

    İddiaya göre tarih öğretmeni Salih Pehlivan, bir ay önce 8/A sınıfına kendi el yazısıyla işlediği ders notlarını dağıtıp sınav yapacağını duyurdu. Notlar, evlerinde sınava çalışan bazı öğrencilerin velilerinin dikkatini çekti. Öğrenciler, Pehlivan’ın derste padişahlık rejimini övdüğünü iddia etti. Ders notlarında şu ifadelerin yer aldığı ileri sürüldü:

    “1- Kapitalizm: Kapitalizm, komünizmin zıttına herşey insan içindir. Kişinin nereden kazanacağı önemli değildir. Ne kadar vergi ödediği önemli değildir. İnsanları doğum ile kabir arasında en üst düzeyde mutlu etmeyi amaçlar. Ama her zaman ve her yerde büyük balık küçük balığı yutar. Güçlü zayıfı, zengin fakiri daima ezer. Asla sorumluluk duymaz. Başıboşluğa sonuna kadar izin vardır.

    2- Sosyalizim: 243 çeşittir. Komünizm ve kapitalizm gibi insanı beşik ile mezar arasında mutlu yaşatmaya yöneliktir. Bu sistemde dinin yeri yoktur. Kağıt üzerinde ve hayallerde yaşatılan bir dünya cennetidir. Yeryüzünde hiçbir ülkede uygulanmamıştır. Uygulanma ihtimali de yoktur.

    3- Padişahlık söylendiği gibi tek bir kişiyle yönetilen yönetim biçimi değildir. Tam bir cumhuriyettir. Gerçek cumhuriyettir. Ülkede bulunan en ehil insanlar göreve getirilir. Söylendiği gibi padişahlık astığı astık kestiği kestik değildir. Şeyhülislam dolasıyla şura Kuran, sünnet, icma, gıyasın zıttına hiçbirşey yapamaz. Yaparsa kendi kafası gider. Öyleyse padişahlık rejimi asla monarşik değildir. Diğer sistemlerin hepsinden de adaletlidir.

    4- Herhangi bir konuda uzman (ehil) olan insanların çoğulculuk esasına dayalı yönetim biçimine gerçek cumhuriyet denir.”

    CHP TEPKİ GÖSTERDİ

    Öğretmen Salih Pehlivan’ın dağıttığı iddia edilen ders notlarıyla ilgili şikayetler CHP Merkez İlçe Başkanı Osman Bartal'a da ulaştı. Ders notlarını inceleyen Bartal, “Öğretmenin kendi kaleme aldığı çalışma notlarını gördüğümüzde büyük şok yaşadık. Tarihin çarpıtılmış, cumhuriyetin niteliklerinin de aşağılandığını tespit ettik. Öğretmen, anladığımız kadarıyla hazırladığı notlarla, ders diye verdiği safsatalarla çocukların beyinlerini yıkamak istemiş. Kendi ideolojik kavramlarını çocuklara enjekte etmeye çalışmış. Bu öğretmen hemen görevden alınmalı ve hakkında gerekli soruşturma başlatılmalı. Bu tür olaylara, AKP döneminde çok rastlar olduk. Artık Denizli’nin adının bu tür olaylarla anılmasını istemiyoruz” dedi.

    SORUŞTURMA AÇILDI

    Denizli Valisi Yavuz Erkmen ise, iddiaların çok ciddi olduğunu belirterek, “Valilik konuyu öğrenir öğrenmez İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne talimat verip soruşturma açtı. Ortada ciddi iddialar var. Eğer bu iddialar doğru ise, öğretmen cezasını çekecektir. İddiaları onaylamak mümkün değil” dedi.

    MÜFETTİŞLER İFADESİNİ ALDI

    Denizli’de öğrencilerine, kendi el yazısıyla hazırladığı, padişahlık rejimini öven ders notlarını dağıtıp sınav yaptığı iddiasıyla hakkında soruşturma açılan Hürriyet İlköğretim Okulu tarih öğretmeni Salih Pehlivan, müfettişlere ifade verdi. İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nden gelen iki müfettişin bugün sabah saatlerinde, halen okulda ders vermeye devam eden Salih Pehlivan’ın ifadesine başvurduğu öğrenildi.

    24 Kasım 2008 Pazartesi

    SON 7 YILINDA YALNIZDI "MUSTAFA"


    evet son günlerin sıcak polemiklerinden biride "Mustafa" onu aratmayacak yeni bir polemiğin başlangıcı olabilir eğer bu haber gözden kaçmaz ise......................
    http://edebiyatcafe.blogspot.com/

    Doç. Dr. Koçak, Atatürk'ü anlattı: 1930'larda İnönü'nün otoritesi rahatsız etti. Çankaya sofraları insanlarla irtibat kurduğu tek yerdi. Gece yaşıyordu."

    Fadime Özkan, Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Cemil Koçak'a Atatürk'ü sordu. İşte o röportaj...
    Milli Mücadele’nin başarılı bir politikayla kazanıldığını söyleyen Doç. Koçak’a göre Atatürk; hırslı, gerçekçi, ileri görüşlü ve müttefik bulmakta mahir bir politikacıydı. Can Dündar imzalı Mustafa filmi, haftalardır süren tartışmanın tetikleyicisi belki ama toplum bu noktaya çoktan gelmişti aslında. 12 Eylül askeri rejiminin pekiştirdiği tekrarcı, katı Kemalizm, bıkkınlığa yol açmıştı. Dündar da, tek boyuta sıkıştırılan Atatürk’e insan olarak bakmanın, Kemalizm’i yeni bir forma taşımanın yolunu arıyordu ama hayli ağır eleştirilere maruz kaldı. Oysa filmde yeni bir şey yoktu! Sadece, dar bir çevrede bilinen kimi gerçekleri, bir kitle sanatı olan sinema aracılığıyla yaygınlaştırmaya teşebbüs ediyordu! Ancak, onca tepkiye rağmen filmin gişe rekoru kırması, toplumun gerçeği bilmek istemesi demek olsa gerek. Biz de yakın dönem siyaset tarihi uzmanı, Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Cemil Koçak’a kuruluş yıllarında neler olup bittiğini, Atatürk’ü ve hakkında merak edilenleri sorduk. http://edebiyatcafe.blogspot.com/
    Mustafa filmini nasıl buldunuz? Tarihçiler açısından filmde yeni bir şey yok. Atatürk’ün sigara içtiği sahneden ya da sofrada bir kadeh rakı olsa kimsenin dikkatini çekmeyecekti. Bu kadar eleştiriye neden olması şaşırtıcı ama anlaşılan, var olan bilginin bu kadarının bile kamuoyuna açıklanması istenmiyor. Atatürk konusunda kullanılan süzgeç Türkiye’de dönemden döneme değişiyor. Eskisinden farklı olarak bugün kullanılan süzgecin delikleri hayli küçülmüş. Eleştirilerin setliğinin asıl nedeni bu. Mustafa filmi bana göre Kemalizm’in dışında ama nihayetinde Kemalist bir filmdir. Artık insanlar zaaflarıyla seviliyor hatta bu daha sıcak kabul görmeyi getiriyor. Biraz da bıkkınlık veren o katı Kemalizm’i kırıp Atatürk’ü yeniden kurgulama, yeni bir forma taşıma ihtiyacı okuyor musunuz arka planda? Zamanla bütün eski formatlar o kadar dar kalıyor ki, yeni koşullarda bir iç değişim zorunlu hale geliyor. Evet, Mustafa filmi bu iç dönüşümün iyi bir örneği olarak görülebilir. Atatürk ve dönemle ilgili bilgiler neden hep bir filtreden geçiriliyor? Gerçeği tüm çıplaklığıyla bilmek Atatürk’e ve Cumhuriyete sevgimizi bağlılığımızı azaltır diye mi düşünülüyor? Bu, kalıplaşmış bir ideolojinin yıpratılmasına izin vermeme mücadelesi. Bu kalıp düşünce yıpransa bile belki de hiçbir şey olmayacak. Bilemiyoruz, hiç denemedik. Atatürk her şeyin ayakta kalabilmesini sağlayan yegâne harç olarak görülüyor. Oysa böyle bir endişeye gerek yok. 12 EYLÜL ATATÜRKÇÜLÜĞÜ TERS TEPTİ Mustafa filmiyle başlayan Atatürk ve kuruluş yılları tartışması sağlıklı yürüyor mu? Biz de hiçbir tartışma prensip olarak sağlıklı yürümez. Bu da yürümüyor. Tartışıyor olmamız bir sağlık işareti sayılmaz mı? Evet, ama Asım Us’un günlüğünde bir paragraf var. 1938’de Atatürk öldüğünde İsmet Paşa Çankaya’da Atatürk’ten sonra ne yapılacağını konuşmak için dönemin önde gelenlerini topluyor. Diyor ki; “İngilizler tuhaf bir millettir. Büyük adamlar ölünce olumlu, olumsuz yönlerini hemen yazarlar.” Kastettiği Atatürk. Ama o politik konjonktürde bunun yapılabilmesinin imkânı yok elbette. Ya sonra? Atatürkçülük, Cumhuriyetin ilk zamanlarından 12 Eylül’e kadar ortak bir paydaydı. Bütün politik pozisyonlar içten ya da siyasi taktik olarak kendilerini, Kemalist ideolojinin ve politikanın bir yerine oturtmak için uğraşırdı. 80 askeri darbesi, katı Atatürkçülük anlayışıyla herkesin içselleştirdiği bu davranış modelinin sonunu getirmiştir. Paradoksal olan budur, Atatürk ve Atatürkçülük toplumda daha sıkı paylaşılsın istenirken, Atatürkçülükten savrulmaya neden olmuştur. Birbirinden farklı ve hatta uzak pek çok ideolojik politik pozisyon, kendini meşrulaştırmak için Atatürk’ü referans gösteriyor. Herkesin kendine göre bir Atatürk’ü var yani. Atatürk hangisi? Hepsi mi, hiç biri mi? Nasrettin hoca gibi cevaplayayım, herkes haklı. Çünkü hakkı olmasa da, herkesin kendi siyasi pozisyonuna ya da gönlüne göre bir Atatürk portresi çizme imkânı var. Lenin hakkında sınırlı sayıda farklı portre çizebiliriz ama kimse “Lenin komünist gibi görünüyordu ama aslında gönülden kapitalistti” diyemez. Bir ideoloji göreli olarak ne kadar katıysa, farklı portreler çıkarmak o kadar az mümkündür. Fakat Atatürkçülük o kadar eklektik ve pragmatik ki, slogan düzeyinde söyleyebildiği ilkeyi de değiştirebiliyor. 1923’te İzmir İktisat Kongresinde “ekonomik anlamda liberaliz” diyor Atatürk. Herkes liberaliz zannediyor. 1930’da Serbest Fırka kurulduğunda, bir de bakılıyor ki devletçi olunmuş. CHP’nin önde gelenlerinden Ahmet Ağaoğlu “Hayretle karşıladım. Halk Partisi olarak kendimizi liberalin liberali görüyorduk. Nerden çıktı bu şimdi” diyor. O yüzden herkes kendisine 1918’den 1938’e kadar geçen 20 yıl içinden Atatürk’ün yaptığı, söylediği, heveslendiği, amaçladığı, hedeflediği hatta aklından günlünden geçirdiği ne varsa seçip alabiliyor. “HIRSLARIM İDEALLERİM VAR” Atatürk duruma göre konuşup pozisyon alıyordu, bu ona geniş bir hareket alanı açıyordu. Politik pragmatizm bu ama neden hiç vurgulanmıyor? Bizde politika ve politikacı tabiri toplum düzeyinde pejoratif (aşağılayıcı) bir anlam taşıyor. Atatürk’e bu algı içinden bakmak onu da pejoratif alana çekmek olur. Benim iddiam Atatürk’ün politikacı olduğudur ancak ben, Antik Yunan’daki anlamıyla kullanıyorum. Antik Yunan’da politika çok erdemli ve değerlidir. Bence Atatürk, kendisiyle birlikte siyasi mücadeleye katılan grup içindeki en yetenekli ve becerikli politikacıdır. Milli mücadeleden önceki dönem için bunu söyleyemeyiz ama. Neden söyleyemeyiz? Böyle bir alan bulamıyor çünkü. Milli mücadeleye kadar bütün gençliği, politik arenaya çıkıp yetenek ve becerisini gösterebilmenin kapısını aramakla geçiyor. Ama 1918’e kadar bütün kapılar suratına kapanıyor. “Büyük hırslarım ideallerim var ama Sofya’da tıkıldık kaldık” mektubundaki gibi bir gençlik bunalımına yol açıyor bu. Diğerleri gibi İttihatçılar içinde yükseleyim diyor, önünü kapatıyorlar. Askerlik yapayım diyor, aynı şey oluyor. Enver’in yaptığı gibi padişahın kızını alabilirsem harbiye nazırı olabilir miyim, diyor, yine olmuyor. Fakat tüm bu talihsizlikler Mustafa Kemal’in hayattaki en büyük talihi olmuş. İttihatçı olaylarına karışsaydı Samsun’a gidemezdi çünkü. Talihi 1918’te açılıyor ve ondan sonraki bütün hayatı; politika nasıl yapılır, nasıl öngörüde bulunulur, alternatif planlar nasıl üretilir, uygulanırın cevaplarını gösteriyor. Ama ta başından beri kafasında bir hedef vardı, değil mi? Mücadelenin lideri olma, meselesi vardı. Kendisi olmazsa mücadelenin kazanılması ihtimali yok gibi. Evet hırslı. Kendisi de “İdeallerim ve hırsım var” diyor zaten. Fakat ideal ve hırs tek başına yeterli değil. Gerçekçi biri olarak görüyor ki, müttefik hem de çok farklı kanatlardan müttefik lazım. Müttefikleri arayıp bulmak bir politikadır. Onun için de her gelen müttefike ayrı ayrı konuşuyor. Bir süre sonra inandırıcılık sorunu doğurmuyor mu bu tutum? Hayır, çünkü geniş bir hedefler manzumesi sunmuyor kimseye. Herkesin ortak olarak var olabileceği basit bir hedef sunuyor. Hedefini küçültmese ya da genişletse o ittifak hemen dağılacak. 1922’de 23’te olacak şey 1919’da başına gelecek, bunu iyi biliyor. İşte, politikacılık bu! Önemli bir politikacı yönü daha var: Kendi siyasi pozisyonunu mümkün olduğunca güçlendirirken, karşı tarafın pozisyonunu mümkün olduğunca zayıflatıyor. İşgal kuvvetleri arasındaki anlaşmazlığı görüp üzerine gidiyor ve blok halinde hareket etmelerini engelliyor. Amerikalılarla, Fransızlarla, İtalyanlarla, İngilizlerle farklı konuşuyor. Sovyetlerle de farklı konuşuyor. Bunu 1923’ten sonra da bütün politikalarında uyguluyor. OTORİTERLİKSE OTORİTERLİK Cumhuriyet tarihimizde laiklik ve demokrasi arasında tercih yapılabilir gibi bir pratik var. Atatürk’ün demokrasiye bakışı neydi? Diğer Jön Türkler gibi Atatürk de modern Avrupa’ya baktığında demokrasiyi değil uygarlığı görüyordu. Biz bugünkü dünyaya bakarak diyoruz ki çağdaş olmak için mutlaka demokrasi gerekir. Oysa bu 2. dünya savaşından sonra çıkmış bir teori. Öncesinde böyle bir şey yok. Japonlar Amerika’ya savaş açıp tekme tokat atarken modern değil miydi? http://edebiyatcafe.blogspot.com/ Modernlerdi, aynı zamanda da otoriter! Atatürk’ün bakışı da şuydu; İngiltere gibi olursa ne ala ama olmazsa da önemli değil. Önemli olan uygarlık çizgisini yakalamak, bunu hangi araçlarla nasıl yakalayacağımız. Otoriterlikle olacaksa da otoriterlikle. Ama demokrasi arayışı sürüyor, kendisinden ‘diktatör’ diye bahsedilmesinden rahatsız oluyor… İsmet Paşa diyor ki hatıralarında, “Atatürk Serbest Fırka macerasından sonra bu konuyu bir daha hiç açmadı. Bu hülyadan vazgeçti”. Atatürkçülük ideolojisi niçin bu kadar hızla otoriterleşebiliyor, sorusunun arka planında bu var. Bir fantezi tabi ama Atatürk’ün politik pragmatizmine bakıp, Atatürk yaşasaydı şu sorunu şöyle çözerdi gibi bir çıkarımda bulunmak mümkün mü? Hayır. Spekülasyon olur. HANGİ SORUN ÇÖZÜLMÜŞ Kİ Ama mesela Kürt meselesinde İnönü’nün baskıcı politikasından rahatsız olup Bayar’a Şark Raporu hazırlatılıyor, ılımlı yaklaşmak gerektiğini düşünüyor. Bu onun çözüm için politika değiştirebildiğini de göstermez mi? Bir kere şunu kabul edelim. Bugünkü sorunlarımızın geriye doğru gittikçe katmerleşiyor. Kaynakları hep o dönemde. Ama şunu da sormalıyız: Atatürk ve İsmet Paşa döneminde bu ülkenin hangi sorunları çözülmüş? “Demir ağlarla ördük yurdu” denir 10. yıl marşında ama demiryolu sorunu çözülmüş mü mesela. Siyasi meseleler zaten donmuş kalmış ama ulaşım sorunu, alt yapı, limanlar, sosyal meseleler, tarım meselesi çözülmüş mü? Cumhuriyet döneminde çözülen sorun yok mu hiç? Var, trahom, sıtma, verem, gibi bulaşıcı hastalıklar çözülmüş. Çözen de Sağlık Bakanı Refik Saydam. Bugün nüfusun yüzde 10’nun AİDS olduğunu düşünün, frengi o derece yaygın. Saydam, bu acil hayati sağlık sorunlarını büyük ölçüde çözüyor. Daha sonra Atatürk ölüp İnönü cumhurbaşkanı olduğunda o da Başbakan oluyor ve Mecliste yaptığı ilk konuşmada “Arkadaşlar” diyor, “Bilesiniz, memlekette her şey a’dan z’ye bozuk”. Enkaz devraldık, diyor yani! Evet, enkaz edebiyatı öyle başlıyor Türkiye’de. Önceki kabinenin bir üyesi, yeni başbakan olarak sorunu tespit ediyor ve “düzeltmeye çalışacağız” diyor. TÜRKLEŞTİRMENİN ARDINDA TARİHİ TECRÜBE VAR Atatürk ulus devleti inşa ederken, Vecdi Gönül’ün sözlerine yansıyan böyle bir etnik elemeyi, benzeşmeyi en başında istemiş miydi? Ayrıca; Atatürk Selanikliydi, kurucu kadro çoklukla eski İttihatçılardan oluşuyordu ve onlar da çoklukla Balkan kökenliydiler. Farklı kökenden olanların Anadolu’yu Türkleştirmesini nasıl açıklamak gerekir? Bir kere modern bir ideoloji olan milliyetçilikle karşılaşmak için modern bir devlette yaşamak lazım ya da Batının fikirlerinin Türk ve Müslüman coğrafyaya aktarıldığı modern okullarda okumak. Bu da Osmanlının Balkanlar ve Kafkaslar tarafında oluyor. İmparatorluk içeriye doğru çöktükçe herkes içeriye kaçıyor. Dört bir taraftan gelmiş etnik olarak Türk olmayan hatta çoğu Türkçe konuşmayan grupların tek ortak özelliği Müslüman olmaları. Türklük de bu Müslüman topluluğun üzerine bina edilen bir şey. Türk olmanın iki belirleyeni var, Türkçe konuşacaksın, Müslüman olacaksın. Burada bir paradoks yok mu? Rumlar, Ermeniler Müslüman değil ama Türkçe konuşuyor, bu topraklarda yerleşik. Kurucu iktidar hem hilafeti kaldırıyor hem de Müslüman olmayanlara karşı ayrımcı bir politika geliştiriyor; kökeni Türk olmayan Türkçe konuşmayana Türksün diyor öte yandan Türkçe konuşan Ermeni ve Rum’u dışarı itiyor… Aynen böyle oluyor. Toplum ve iktidar bu konuda şunun için ittifak halinde: Buraya gelenlerin büyük kısmı da yerinden yurdundan edilmiş. Kafkaslardan Balkanlardan Adalardan gelmiş. Her şeyini orada bırakmış. Bu toprak parçası onlar için artık tırnaklarıyla korunması gereken bir yer. Ama geldikleri zaman görüyorlar ki, kendilerini oradan atmış olanların dindaşları burada! Buradaki rövanş duygusunu haklı görmesek de, anlamaya çalışmamız lazım. Acaba aynı şey bir daha olabilir mi diye düşünülüyor. Bunu bir kere yaşayan biri, bir daha asla yaşamak istemez. Bunu kimse göze almaz. Bu politikanın ardında psikolojik refleks var o halde? Sadece psikolojik değil. Sadece Anadolu’da değil Balkanlarda Kafkaslarda her yerde canhıraş bir şekilde hayatta kalabilmek için uğraşılıyor. Buralar Avrupa’daki stabilizasyon sağlandıktan sonra stabilizasyonu sağlanamayan son toprak parçaları. Bugün bile sağlanamıyor. “Bizi oradan kovdular, kovarken yalnızca Bulgar köylüsü değil, Rus çarlığının askerleri de vardı”. Bunu gördüler. Bu senaryoyu bir kez gördükten sonra bir daha bu insanların birada yaşayabilmeleri çok zor. ATATÜRK AYDINLANMACIYDI Atatürk’ün bir ideolojisi var mıydı, dine bakışı neydi? Atatürk’ün birleştirici bir figür, harç görüldüğü bir İslam toplumunda söylemek kolay değil ama Atatürk’ün dinle bir ilgisi olduğu kanısında değilim. Atatürk’ün ve Atatürkçü ideolojinin asıl arzuladığı şey dinin emrettiği her şeyden azade olmuş bir toplum. Bu da 19. yüzyılın aydınlanma felsefesi demek. Aydınlanmacılara göre din zımbırtıdır, ilkel insanlara mahsustur. İnsanlık bilim eğitim ve aydınlanma sayesinde bir gün öyle bir hale gelecek ki dine gerek kalmayacak. Atatürk de böyle mi düşünüyordu? Aynen böyle düşünüyordu. Atatürk aydınlanmacıydı. İsterdi ki Türkiye’nin büyük kısmı aydınlanma felsefesine inansın, ona göre yaşasın. Onun da dinle ilgisi çok zayıftır. DİNE HAYLİ UZAKTI Ateist miydi? Bilmiyorum. Ama gençliğinde Ali Fuat Cebesoy bir kitap vermiş Ruh ve Madde diye. O zamanki ateistlerin popüler el kitaplarından. Atatürk de altını çizerek okumuş, etkilenmiş. Hatıratında var, bugün de okudum, bu gün de, diye. Ama o kitaptan ne çıkardı, dine değilse de var oluşa inanıyor muydu, bilmemiz mümkün değil. Balıkesir hutbesi, dini referanslar, Meclis’in Cuma günü duayla açılması… Bunlar ne peki? Bunlar hep politika. Atatürk’ün dine ilgisinden değil o dönemin gereklerine göre uyguladığı politikalar. Yoksa ben Atatürk’ün dine hayli uzak bir kişi olduğu kanısındayım. MUTSUZ VE YALNIZ Atatürk’ün son dönemde yalnız mıydı gerçekten, psikolojisi nasıldı? Filmde Çankaya’ya sıkışmış, bunalan, neredeyse depresyona girmiş birini görüyoruz. 1930’da Serbest Fırkadan sonra Atatürk, İsmet Paşa’nın yükselen otoritesinden bir miktar rahatsız olmakla birlikte belki sağlık belki psikolojik yorgunluk nedeniyle bilemiyorum, büyük ölçüde günlük politikadan kendini sıyırmaya çalışıyor. Çankaya’daki akşam sofraları hayatla, insanlarla irtibat kurduğu tek alan haline geliyor. Böyle olduğu Türk İnkılâp Enstitüsünün yıllar önce yayınladığı Atatürk’ün Nöbet Defteri’nde de görülebilir. O defterde bir oynama yoksa evet, Atatürk son 7 yılını yalnız geçiriyor. Gelen gidenler var fakat hep aynı kişiler. Dışarıya çıktığı pek yok. Hayatı gündüz değil akşamüzeri ve gece yaşıyor. Depresyon mudur bilemem, böyle bir kırılma olmuş hayatında. Ve böyle yaşamaktan memnun değildi. Geriye çekilmişlikten, bir miktar İsmet paşanın onu oraya hapsetmeye çalışmasından, hep aynı kişilerle aynı şeyleri konuşmaktan da rahatsız. Kolay arkadaşlık edilen biri miydi peki? Muhtemelen çok zor bir kişilikti. Atatürk’le ister çok samimi olsunlar ister kavga etsinler herkesin söylediği şey de, fikirsel ya da kişisel ilişki düzeyinde olsun Atatürk’ün geçinilmesi kolay biri olmadığı. Eleştiriye ne kadar açıktı? Bütün liderler gibi, kendi fikrinin ve yaptığının tek doğru olduğuna samimiyetle inandığı için eleştiriye tahammülü pek yoktu. Pişmanlıkları var mıydı? Muhtemelen. Eski arkadaşlarıyla siyasi anlaşmazlıklar nedeniyle ilişkilerin yıpranmış olmasından muhtemelen üzüntü duyuyordu. “BENİ HATIRLAYIN” Unutulmakla, hatırlanmamakla ilgili bir endişesi var sanırım Atatürk’ün… Bu galiba Atatürk’te çok içselleşmiş bir şey. Birkaç tane bunu gösteren sahne var. Cumhuriyetin 10. yılında “Şimdi çok sevinçli olmam lazım ama bir şey hissetmiyorum. Niye böyle oldum acaba” diyor, kendi ruh halinden ürküyor. Arkadaşlarına da “Bana yardımcı olun da o coşkuyu hissedeyim” diyor. Bu çok önemli bence. “Beni hatırlayın” cümlesi de öyle. İnsanlar yaşları ilerledikçe, acaba öncekilerden bazıları gibi ben de unutulur muyum, diye düşünür. Beni hatırlayınız, derken aslında bize “Ben bir şeyler yaptım. İdealimi ve hırsımı yerine getirdim, ne derseniz deyin ama beni hatırlayın. O da öyle bir devirdi geldiii geçtiiii deyin” gibi bir şey demek istiyor galiba. Atatürk gibi, bir milletin tarihinde çok önemli bir yer tutan birinin böyle düşünmesinin tek nedeni bu mu? O Çankaya’ya sıkışırken İnönü’nün otoritesinin yükselmesi de etken olabilir mi? Onun elbette bir siyasi tecrübesi var, ama tarihsel bilgisi de var. Bütün firavunlar hatırlanıyor mu ki. Bence çok insani bir şey bu. FİKRİYE HANIMA GERÇEKTEN ÂŞIKTI Atatürk, Fikriye Hanımı gerçekten sevmişti değil mi? Ben Fikriye Hanıma âşık olduğunu düşünüyorum. Gerçekten evlendiler mi bilmiyorum. Hıfzı Topuz’a sorarsanız nikâh kıyılmış. Ama nikâh belgesi bulunmuş değil. Muhtemelen ona gerçekten âşıktı, vicdanen çok şey borçlu olduğunu düşünüyordu. En zor zamanlarda Fikriye yanındaydı çünkü. Herhalde Fikriye onun hayatında bir dramdı. Ölümüyle ilgili de ekstra bir yük olabilir mi Atatürk’ün sırtında… Bu maceranın bu şekilde, sonuç olarak bir skandalla bitmiş olması da öyle zannediyorum onu kişisel olarak çok yıpratmıştır. ROMANTİK MİYDİ? Romantik bir erkek miydi Atatürk? Bunu anlayabilmek için Can Dündar’ın okuma fırsatını bulduğu bizim henüz göremediğimiz kendi el yazmalarını sansürlenmemiş haliyle görmemiz lazım. Bir de onunla birlikte olan kadınların ağzından öğrenebiliriz. Yoksa bilemeyiz. Mustafa filminde de var: Atatürk Sofya’ya giderken trende Madam Corinn’e yazdığı mektupta “…kollarında geçirdiğim gecenin mutlu hatırasıyla…” diyor. Yıllar sonra Çankaya’daki bir sofrada udi, bir aşk şarkısı söyleyince ağlıyor. Bunlar romantik olduğunun göstergesi sayılmaz mı? Bunun gibi pek çok örnek bulmamız lazım ki bir saptamada bulunabilelim. Mesela Fikriye hanımın anıları olsa elimizde…ama yok. İLİŞKİLERİ YAZILMADI Peki, Madam Corinne, Fikriye ve Latife Hanım dışında hayatına giren kadınlarla ilgili ne biliyoruz? Cumhurbaşkanı olduktan, Latife Hanımdan sonra da hanımlarla ilişkisi devam etmiştir elbette. Bunları yakın çevresi biliyor ama hiç yazılmadı. Muhtemelen, nikahsız bir ilişki, faul, diye düşünülüp daha o zaman elendi. Bunlar gönül ilişkileri mi yoksa… Ne kadarı gönül ilişkisi, ne kadarı filmde söylendiği gibi çapkınlık, onu da pıt diye söyleyemem. ‘İMAJ MAKER’I VAR MIYDI? Çok şık giyiniyordu Atatürk. Bunu nasıl başarıyordu, bir imaj makerı var mıydı, modayı nasıl takip ediyordu, kıyafetlerini nereden getirtiyor ya da kime diktiriyordu? Bu dönemin bazı insanları uygarlığın getirdiği bütün değişimi bizzat yaşamak istiyor. Atatürk de, Batı olarak sadece, yakın vakte kadar Osmanlının vilayeti olan Sofya’yı gördü. Ki Sofya Avrupa’nın taşrasıdır. Ama uygarlığa ait şeyleri çok hızlı öğreniyordu. Kıyafetleri kendi seçimiydi, ısmarlayarak yaptırıyordu. Beyoğlu’nda terzisi, ayakkabıcısı, gömlekçisi vardı. Muhtemelen moda dergilerinde görüp kendisi beğeniyordu modelleri. Ama onları uyumlu kullanmasını sağlayan ince bir zevki vardı. ABDÜRRAHİM TUNÇAK GERÇEK OĞLU MU? Atatürk’ün manevi oğlu Abdürrahim Tunçak’ın biyolojik oğlu olduğu yönünde bir dedikodu var. Tunçak da kendisine sorulduğunda “Bu sır benimle mezara gidecek” diyor. Siz ne biliyorsunuz? Hiçbir zaman bilmeyeceğimiz şeylerden birisi de bu. Sarih bilgi bırakmadıkları için hep spekülasyon olarak kalacak. Baba, bir şey söylemiyor. Anne yok. Evlat, normal koşullarda ‘nerden çıkardınız böyle bir şeyi’ demesi gerekirken demiyor ama tekzip de etmiyor. Peki. Ama burada tarihi açıdan kafa karıştıran şu: “Bitlis cephesine giderken gördüm, 5, 6 yaşındaydı. Evlat edindim eve getirdim” diyor Atatürk. Bekâr bir subay ve hayatında, ev diye bir şey yok. O vakte kadar kışlada geçmiş bütün ömrü. Hem niye oradaki yüzlerce binlerce yetim çocuk arasından birini evlat ediniyor. Bunu yapan başka bir komutan da yok. Tamam, diyelim ki hikâye doğru. O zaman da şu var: Abdürrahim Tunçak’ın kızı, babasının bebeklik fotoğrafını gösteriyor. Evlat edinildiği yaştan çok önce Atatürk’ün evinde çekilmiş. Fotoğraftaki Tunçak ise hikâye birden yanlışlanıyor. Ama kesin bilgi olmadığı için her şey tevatür oluyor. “BU BİZİM PEDER DEĞİL” Atatürk’ün uşağı Cemal Grada anılarında Atatürk’ün “Ben de babamı tanımıyorum” dediğini söylüyor. Bu ne demek? O da şuradan kaynaklanıyor: Ali Rıza beyin elimizde tek fotoğrafı var. O fotoğrafla ilgili olarak Falih Rıfkı Atay, Çankaya’da diyor ki, “Bu fotoğrafı, bir grup fotoğrafı içinden Ali Rıza Bey bu diye, kesip büyütüyorlar. Atatürk’e “Babanızın fotoğrafını bulduk, budur” diyorlar. Atatürk de bakmış “Bu bizim peder bey değil” demiş”. Başka da fotoğrafı yok. Baba, Atatürk’ün ifadesiyle kendisi 7 yaşındayken ölmüş. Fakat Atatürk’ün hangi tarihte doğduğunu nasıl bilmiyorsak babanın da tam olarak hangi tarihte öldüğünü bilmiyoruz. Babanın 1883 ila 1888 arasında öldüğüne dair bir vesika gördüm ben. Atatürk babasını 7 yaşında kaybettiğiyse ve Ali Rıza Efendi de daha erken öldüyse Atatürk’ün yaşı büyümüş, 1881’den önce doğmuş oluyor. Doğum tarihi olarak 1881 nasıl sabitleniyor peki? 1939 tarihli Genelkurmay Harp Tarihi kitabında yer alan Atatürk’ün biyografisinde “1880’de doğmuştur” deniyor. Anladığım kadarıyla Atatürk’ün hicri tarihli doğum tarihi yeni takvime çevrilirken 80 ya da 81 olabiliyor. Ama 1881’e nasıl fiske edildi, bu ilerideki araştırma konum olacak.
    Star gazetesi

    23 Kasım 2008 Pazar

    VAZGEÇ BAYKAL VAZGEÇ


    Ahmet Hakan'ın CHP Genel Bşk. Deniz Baykal Göndermesi... Son günlerin en yeni moda polemiği gerçi hiç bitmeyen ve tazeliğini sürekli koruyan bir polemik konusu CHP ve Türban, tabiki Türbanlılar yaparsa kaka, CHP'liler yaparsa açılım ve ona destek veren ve daima polemiğe dönüştürülen bu konu açılım oluyor sizi bu yazıyla başbaşa bırakıyoruz. Artık bundan sonra bu köşede birbirinden ilginç polemiklere şahit olup okuyacaksınız. Size eğlenceli bir vakit geçirmeniz ve okurkende zevk almanız temennisiyle başbaşa bırakmadan önce bu yazıda Ahmet Hakan'ın kinayeli dokunduklarını sıralayalım;
    1-Deniz Baykal
    2-Nur Serter
    3-Necla Arat
    4-CHP teorisyonleri
    5-CHP sempatizanı köşe yazarları
    6-Gani Müjde
    7-Ece Gürsel
    8-Fehmi Koru
    9-Hikmek Çetinkaya
    10-Başbakan R.Tayyip Erdoğan!


    Vazgeç Sayın Baykal vazgeç


    BU etrafını çevrelemiş kaba softa/ham yobazlarla...
    Bu kılık kıyafet zaptiyeleriyle...
    Bu görüntü fetişleriyle...
    Bu ikna odası mucitleriyle...
    Bu türban görünce "öcü" görmüş gibi olan yandaşlarınla...
    Bırak "esaslı bir inkılap" atılımını, "idare-i maslahat" bile yapamazsın...
    Bu yüzden vazgeç Baykal vazgeç...
    * * *
    Kendilerinin aydınlanmışlıklarından zerre kadar kuşku duymayarak, "çarşaflı-türbanlı kadınları önce aydınlat/sonra partine kaydet" diye akıl verenlerinle...
    "Çarşaflı-türbanlı kadınlar CHP’ye oy verebilir ama üye kaydedilemez" şeklinde dáhiyane fikirler ileri süren yoldaşlarınla...
    "Erkek kıyafeti konusunda kanun çıkaran Atatürk’ün kadın kıyafeti konusunda bırak kanunu, herhangi bir yönerge bile çıkarmadığını" bildikleri halde, çarşaflı-türbanlı kadına Atatürk üzerinden düşmanlık yapan dostlarınla...
    Senden yüzde 70’i dışlayıp, yüzde 30 üzerinden siyaset yapmanı talep eden akıl hocalarınla...
    Nereye kadar gidebilirsin ki?
    Bu yüzden vazgeç Baykal vazgeç...
    * * *
    Etrafın...
    Yolsuzluklara gark olmuş bir iktidarı, "türbanlı bir iktidar"a tercih edecek denli türbandan nefret eden azgın ve seçkinci azınlık tarafından çevrilmiş...
    Onları küstürmeden hiçbir şey yapamazsın...
    Bu yüzden vazgeç Baykal vazgeç...
    Etrafın, zihninin arka planında, "CHP, çarşaflının-türbanlının oyuyla iktidara geleceğine, bizim steril, laik, modern ama az oylarımızla muhalefette kalsın daha iyi" düşüncesini saklı tutan sözde yandaş kalemlerle çevrilmiş...
    Onları azdırmadan hiçbir şey yapamazsın...
    Bu yüzden vazgeç Baykal vazgeç...
    * * *
    Bak, işte...
    Şimdiden "cici çarşaflı/kaka çarşaflı" ayrımları yapmaya başladın...
    Şimdiden "evinde Atatürk resmi bulunan çarşaflı/evinde Atatürk resmi bulunmayan çarşaflı" demeye başladın...
    Şimdiden "o kadar da ileri gitmiyorum" edasıyla Necla Arat’ların, Nur Serter’lerin yüreklerine su serpmeye başladın...
    Sen etrafını çevreleyen bu kılık kıyafet zaptiyelerine teslim oldukça...
    Hiç merak etme, "AKP süreci" bin yıl daha sürer...
    Sen etrafını çevreleyen bu maskeli balo meraklılarına uydukça...
    Yine senin payına yenilgi düşer...
    Yine seçimde sonra 10 gün evinden dışarı çıkamazsın...
    Yine en sadık müritlerin bile "Baykal istifa" diye haykırır...
    Olacak olan budur ve bu yüzden boşuna çırpınma Baykal...
    Sen iyisi mi vazgeç, titre ve özüne dön!
    Özüne, yani yüzde 20’ne...

    GANİ MÜJDE’YE "Osmanlı Cumhuriyeti diye bir film çekiyorum, çok komik olacak çok" diyordun ama gayet acıklı ve gayet mesaj kaygılı olmuş be dostum...


    ECE GÜRSEL’E Sanık ayağa kalk! Seni feci detone bir sesle güzelim Sezen şarkısını katletmekten ademe mahkûm ediyorum...


    FEHMİ KORU’YA Abi üzülme... İntikam soğuk yenen yemektir... Bak, Obama önce onu değil, bizim Abdullah Bey’i aradı...


    MICHAEL JACKSON’A İhtidan mübarek olsun Mikail kardeş! Artık senden şöyle dokunaklı bir "talaal bedru" ilahisi bekliyoruz...


    HİKMET ÇETİNKAYA’YA Baykal’ın çarşaf açılımına Cumhuriyet Gazetesi’nde tam destek vermek her babayiğidin kárı değildir... Alkışlıyoruz...



    Ahmet Hakan 23 Kasım 2008 Hürriyet Gazetesi

    GİYİNMEK GÜZELDİR LAYIK OLUNCA



    GİYİNMEK GÜZELDİR LAYIK OLUNCA


    ELİF ÇAKIR, yazısında sayın Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanlığı adaylığı öncesi Zeki Triko mayo firması sahibi Zeki Başeskioğlu'nun asılsız bir iddiası ile dindar kesime sataşan, saldırısı bahanesi görerek özellikle Hürriyet Gazetesi köşe yazarlarını isim vermeden topa tutuyor.


    Son zamanlarda, “Allahım aklıma mukayyet ol” dedirtecek olaylar yaşanıyor. Sanırsınız Fredinin kabusu geri döndü.Türbanlı eş mi, değil mi çekişmelerine neden olan “Çankaya aşılmaz” tartışmaları… Ardından ülkeyi neredeyse ya siyah ya beyaz kamplaşmanın eşiğine getiren online muhtıra…

    Cumhuriyet tehlikede, sahip çıkın reklamları…Ülkenin çeşitli yerlerinde yapılan mitingler…Seçimler iptal olacak, istenilen seçim sonucu çıkmazsa “darbe” olacak söylentileri…Cumhuriyetin seksen yıllık fotoğrafını değiştirmezsiniz, diye kopartılan feryatlar…. Bir “gereksiz” korkudur aldı başını gidiyor.* * * Bütün bunlar yetmiyormuş gibi… Bir de “türban mayoya karşı” çığırtanlıkları… Düşünüyorum da başörtüsü üreten Armine’nin reklamları yukarıdaki tartışmalar başlamadan evvel bilboardları süslüyordu. Hiç kimsenin dikkatini çekmiyordu, hiç kimse için tehlike oluşturmuyordu, hiç kimse “seksen yıllık görüntüyü değiştirmeye çalışıyor bunlar” baskısını hissetmiyordu. Hiç kimsenin aklına “annen güzel sen çirkin” tadında “örtü güzel siz çıplak” mesajını da bırakmıyordu. Omo’nun “kirlenmek güzeldir” Beymen'in “Giyinmek bir sanattır” reklamları nasıl ki bunun aksini düşündürtmediyse insanların zihninde Armine reklamları da öyleydi.Ancak…

    Ne zaman ki, Zeki Başeskioğlu şark kurnazlığıyla “mayo reklamlarımız asılmıyor” diye ücretsiz pr’larını yapmaya başladı, bütün gözler bir anda “Giyinmek güzeldir” reklamlarına çevrildi öfkeyle.. Kimi köşe yazarları da konuyu “tez elden” köşelerine taşıdılar: “Giyinmek güzeldir” sloganlı başörtüsü reklam afişini görünce şöyle hissettim: Bana diyorlar ki “Sen çıplaksın, giyinmiyorsun, örtünmüyorsun. Bu yüzden vicdan azabı çekmelisin, kendini düzeltmelisin…” “Ve o ilan, o gün, benim kendimi soyunuk gibi hissetmeme sebep oldu. Sanki yanlış bir şey yapıyormuşum gibi…” (23 Mayıs 2007, Hürriyet) Devamında yazılan ikinci yazıya gelen yorumlar ise gerçekten vahim… İnançlarından dolayı örtünen “sıkmabaş” kadınları bir kaşık suda boğmak isteyeninden tutun da, sokakta ilk gördükleri örtülü kadına saldırmak, hakaret etmek isteyenine..

    Hatta işi ‘askılı elbiselerimiz, parmak arası terliklerimizle biz daha güzeliz’e vardıran gazete yorumlarını görünce ürktüm sokağa çıkmaktan, caddede dolaşmaktan.Bir ülke nasıl böyle bölünmeye doğru gider algılayamıyorum.Bir reklam nasıl böyle tersinden okunur… nasıl paranoyak olunur?.. Sadece inançlarından dolayı örtünen insanlar, yıllarca dışlanıp ötekileştirildikten sonra nasıl potansiyel tehlike olarak görülür, anlamakta güçlük çekiyorum…

    * * * Gardrobumda ne Armine markalı bir eşarp ne de yıllarca kazancının çoğunluğunu eşarptan sağlayan Vakko’nun ürünleri var..Ben olsa olsa bu eşarpların yorgan yüzü desenlerini, kocaman dallı gülü modellerindeki zevksizliği tartışmak isterdim. Hangi zevke hitap ettiği tartışılır bu eşarplardan ziyade mankenlerin dikkat çektiği afişler “irtica” tehdidi haline nasıl geldi anlayamıyorum.Gülüyorum ama acılı bir gülüş bu..

    Eşarplarını kullanmadığım bu firmanın ürünlerine “oryantalist” bir yaklaşımla dışarıdan birisi olarak gözlemlerimi ve onların psikolojisini daha rahat anlayabilirim galiba..Dolayısıyla bilboardları süsleyen bu reklamı tersinden okumaya çalışıyorum.Bizi zorla örtmek istiyorlar anlayışına karşılık bu reklamların sloganını direkt olarak değil de “dolambaçlı yoldan” hazırlayanların psikolojisini anlamaya çalışıyorum.Bu firma başörtüsü üretiyor deterjan üretmiyor..Ürettiği ürünü bir şekilde şık gösterip cazip hale getirerek rakiplerinin içerisinden sıyrılıp daha fazla satacak. Bunun yolu da kadınların beğenisini kazanarak marka haline gelmesidir ki doğal olarak, “reklamını” en güzel şekilde yapması lazım. Her firma reklam araçlarını nasıl en güzel şekilde değerlendiriyorsa bu firma da aynı koşullarda pazarlamaya çalışıyor ürününü.Tam da bu noktada “ötekileştirilmişlere” sattığı bu ürünü pazarlarken tedirgin olduğu belli.Yoksa “Giyinmek güzeldir” değil “Örtünmek/Türban/Başörtüsü Güzeldir” rahatlığıyla reklam afişlerini hazırlayabilirdi.

    Belli ki tedirgin olmuş… Tedirgin olmaktaki haklılığı da günlerdir süre gelen gereksiz medyadaki tartışmalardan belli oluyor.Hem demokrat olacağız demokrasiyi savunacağız, özgürlükçü olacağız, hem de ticaretini reklam yoluyla büyütmeye çalışanlara karşı düşman kesileceğiz; “korkuyoruz” nutukları atarak yıllardır zaten dışlanmış, ötekileştirilmiş insanları “korkutacağız”… Evet, nasıl bir oyunun içerisinde olduğumuzun farkına varalım. Neden laiklik denilince akla ilk gelen “çıplaklık ve içki” oluyor sorusunu Vatan Gazetesinden Tuğçe Baran ve Can Dündar zaten sorduğu için benim ayrıca sormama gerek var mıdır bilmiyorum..

    Ne laiklik ve modernliğin ölçüsü “mayo, mini etek”tir ne de “başörtülü” kadın irticanın bir simgesidir…Demokrasiyi seçmişiz ama onu benimseyememişiz.

    Bilmem anlatabiliyor muyum?


    ELİF ÇAKIR

    5 Kasım 2008 Çarşamba

    Başlarken

    bu blog ile amaçımız medya polemiklerini seven internet kullanıcılarının medyadaki köşe yazarı yada siyasetçi atışmalarına kolayca erişebilecekleri bir alan oluşturmaktır. umarız ilginizi çeker.